‘Nesneleri biz seçmiyoruz, onlar bizi seçiyor. Yakalıyor, yönlendiriyor, modelliyor ve denetliyorlar. Nesnelere gittikçe daha çok benziyoruz. Dilimizi, zihin yapımızı çoktan ele geçirdiler. Artık onlar gibi düşünüyor ve onların diliyle konuşuyoruz. Bilginin yerini enformasyon, diyaloğun yerini iletişim aldı’ (1). Rahmi Öğdül, o tadına doyulmaz yazılarından birinde böyle diyor.
Bazen tam da düşündüğünüz bir konuya o kadar denk gelen cümlelerle karşılaşırız. Bu cümleler de benim için böyle oldu, böylece de bu kısa yazı ortaya çıktı.
Teknoloji bilimden kaynaklanır, ancak teknoloji pragmatist ve ideolojik, bilimse nispeten biraz daha saf, iktidar ilişkilerinden uzaktır. Tabii daha çok matematik kökenli bilimler. Bu bağlamda, gündemde olan aşı araştırmalarının aslında birer aşı savaşları olduğunu söyleyebiliriz. İşin içinde ülkelerin, büyük şirketlerin üstünlük mücadeleleri vardır. Bu mücadele hiçbir zaman dünyanın daha iyi bir yer olmasına yönelik değildir.
Dış dünyadan gelen algı bombardımanına karşı nasıl ayakta durabiliriz. Neredeyse yeme, içme, uyuma gibi temel ihtiyaçlarımız anında bile görsellerle, seslerle, kokularla sürekli uyarılıyoruz. Tüketmezsek, görünmezsek, göstermezsek yokuz, düşüncesi zorla kabul ettiriyor insanlara.
Rahmi Öğdül bu algılara yönelik sınır tanımayan saldırıyı ‘Akıllı nesnelerin aklı, iktidarın aklıdır. İktidara diklenebilirsiniz ama akıllı nesneleri karşısında boynunuz eğri,’ şeklinde özetliyor.
Bir yandan artık sadece barkod numaralarımız yok, resmi olarak da cep telefonuna gelen mesajla maske alabiliyoruz, aşı olabiliyoruz, bankaya girebiliyoruz. Herkesin bir cep telefonu olmak zorunda. Yetme, tabii bir de onun bir hizmet sağlayıcısı. Yemekten, içmekten, solumadan daha önemli bunlar, daha öncelikli. TC kimlik numarası gibi bir cep telefonu numaran da olmalı. Bunun üzerine tabii akıllı olanından. Üst modelleri, bilgisayarlar… oraya girmiyorum bile. dibi olmayan bir kuyu. Bir girdap. Zira nütün bunların hepsi birer harcama kalemi. Evet, bir yandan büyük bir kolaylık olarak görünüyor bütün bunlar. Öte yandan, insan neden yaşar gibi temel bir soru yeniden anımsanmalı. Sahi neden yaşanır, neden var olunur. Alet satın almak, onların periyodik ödemelerini yapmak için çalışmak zorunda olmak mıdır hayat?
Hastalık virüsten çıktı, ancak virüs insanın iktidarını koruma güsüsü kadar tehlikeli değil. Nitekim, hastalığın bile iktidarlarların kendi varlıklarını sağlamlaştırmaları için bir nimete dönüşmesine tanık olmuyor muyuz?
Artık dış dünyayı fazlasıyla biliyoruz. Bir tuşa basmayla dünya, yıldızlar alemi elimizin altında. Bir zamanlar Jule Verne okuyanlar için ne ilginç bir durum. Peki iç dünyanın zenginliğine ulaşmak için hangi bağlantıya tıklamalı?
Maddi uygarlıkla manevi uygarlık birbiriyle ters orantılı, maalesef! İnsan kendi iç zenginliğini deneyimlemektense bir yandan dış dünyanın çekiciliği, hazzı içinde sürükleniyor, diğer bir yandan da, önüne sunulan ‘iç dünyaya ulaşma’ yollarının peşine aynı amaçlarla düşüyor.
Oysa, hazır bir ‘yol’ yok! Hiç olmadı. Herkes kendi yolunu kurmak ve o yolu korumaktan sorumlu. Önceden geçilmiş yollar geçildi gitti ve geçenin ardından yıkıldı. Siz de kendi yolunuzdasınız. Ancak kendi yolunda olanlarla yoldaş olabiliriz. Bu da neyi, nasıl kullandığımızın farkındalığıyla mümkün.
Bu bağlamda, zaman zaman sessizlik oruçları gibi iletişim oruçları da insana iyi gelebilir. Dön dolaş aynı soruylayız çünkü: biz mi aletleri kullanıyoruz, aletler mi bizleri. Her araç bizim kullanımımızla var. İnsanın binlerce yıllık hikayesinde gelinen noktada kadim bilgilere her zamankinden daha çok ihtiyaç olduğu bu gün o kadar açık. Bu bilgilerin dikeyleşmemesi, iktidarlaşmaması koşuluyla, endüstrileşmemesi şartıyla tabii.
İç dünya bilgisi dile gelmez, gösterilemez, yarıştırılamaz, teknolojikleştirilemez. Aydınlanma, eğer varsa, iç dünyayla uyumlu olmaktan başka nedir?
BORA ERCAN
Leave a Reply