Birtakım Tanımlamalar Ve Sınırlar Üzerine

”La Trahison de Images/The Treachery of Images/İmgelerin İhaneti” 1929, Rene Magritte.

Yaşadığımız düzende birtakım tanımlamalara sahibiz. Dost, arkadaş, eş, evlat, kardeş, doktor, avukat, katip, hatip, politikaCI, öğrenCİ… Tanımlandığımız sözcüklerin sonu yok gibi. İşin içine ırk, cinsiyet, sosyal statü girmekte. Düzene isyan etmeden bir durmak lazım. Düzeni yaratan bizleriz, beşerler olarak, kime neyi şikayet edebiliriz? Umutsuzluğa kapılmadan önce, bizim, her birimizin de bir beşer olduğunu hatırlamamız gerekiyor. 

Hep sorularla geliyor birtakım tanımlamalar, ve hep sorular bana yazdırıyor yazdıklarımı. Senin işin ne? diye sorsalar ne derim diye düşündüm bu kez. Hayatımı kazandığım mesleğin beni tamamen tanımlamadığını, bu yüzden tek bir tanıma kendimi koymak istemediğimi fark ettim. Tanımlar, bizi sınırlandırır ve üzerimizde yüktür. Eğer ben bir sinemaCI isem sinema tarihindeki her filmi bilmem gerektiği düşünülüyor ve karşı tarafta “hadi söyle”yi görüyorum. Eğer yoga yapıyor isem yogaya dair her uygulamayı bilmem gerektiği düşünülüyor ve en zor pozları yapabiliyor olmam gerektiği. Eğer bir doktor isem işimde en iyisi olmam bekleniyor, sanki başka bir vasfım yok benim. Bir kadınsam yemek yapabilme özelliğim default olarak Allah tarafından gönderilmiş olmalı, bir erkek isem kavanozu açmam gerek, bir çocuk isem “yaramazlık” yapmamam “annemi üzmemem” gerek, bir taş isem yuvarlanmamam gerek. Rene Magritte’in pipo resmi altına Ceci n’est pas une pipe (Bu bir pipo değildir) demesi ne kadar doğru. Tanımlar, çok dışarıdan, çok pragmatist, çok sığ ve bu sebeple sınırlayıcı değil mi sizce de?

Kendi adıma yaptığım şey şu: Yoga eğitimi aldım evet hayatımı bundan kazanıyorum ama sadece bir yogaseverim, sinema eğitimi aldım sadece sinemaseverim, felsefeye bayılıyorum sadece felsefeseverim, çevremdeki insanları seviyorum sadece insanseverim… vb vb. Ve bunlar bile bana çok kısıtlayıcı geliyor çünkü tanımlanmış oluyorum, yine üzerimde bir yük. Yogaya dair her şeyi bilmem gerekiyor, sinemadaki her filmi izlemezsem olmaz, felsefe hakkında konuşamam çünkü eğitimini almadım, insanların hepsini her koşulda sevmem gerekiyor çünkü aaa hümanist bir yogaCIyım. Bunu diğer meslek, cinsiyet vb gruplarına ayırın şimdi. Akıl alır gibi değil.

Adına uzmanlaşma denilen Fordizm ile birlikte, insanlar büyük bir işin tek bir parçasını yapmaya başladı ve hala devam etmekte. Yıllarca tek yaptığı dört vida sıkmak olan bir işçi düşünün şimdi. Şimdi mağaraya dönün, ve mağaranın duvarlarına resim çizen adama ‘bundan sonra sen sadece geyik çizeceksin’ diyen diğer mağara adamlarını düşünün. Mağara adamına bunu diyen bir topluluk olmadığı için mağara adamı bu günlere geldi. Mağara adamındaki özgürlük bizde yok şu an. Tek bir tanımla anılıyoruz. Yapmak zorunda olduğunuz tek bir şey var, bu yüzden tek bir şey okumalısınız, tek bir şeye yönelmelisiniz diyor beşer bizlerin sistemi. Tek bir tanım, tanımlamaların arasında  birer ‘tek bir’ tanım olmak için didiniyoruz. İşin daha kötü tarafı, bundan başka bir şeyin olamayacağını düşünmemiz bir de, öyle bir loopa giriyoruz ki… Ve ben bunu reddetmek istiyorum. Çünkü tanımlar kişiye, zamana, mekana, o anki hisse göre değişirler. Ve sınırlayıcıdırlar. Ben sinema hakkında her şeyi bilmeye çalışırken felsefe de öğrenmek istiyorum. Veya doktorum, resim de çizmek istiyorum. Sırf ‘uzmanlaşma’ adı altında TUS’a çalışmaktan gözümün önünü göremiyorum. Daha acısını söyleyeyim; ben on sekiz yaşına yeni giren bir genç olarak yedi yaşından beri, adına eğitim denen bir ezber sisteminden tek bir mesleğe sahip olabilmek için okuyorum, bir sürü sınava giriyorum, ama arkadaşlarımla oturup sohbet edemiyorum, dışarı çıksam aylak deniliyor bana, eve dönsem çalışmam için baskı yapılıyor, ve ben giderek sıkışıyorum sıkışıyorum… Tanımlamalar! Kendi gücünüzün farkında değilseniz, ki yaş daha küçükken bunu bilmemek çok daha normal, o tanımlamaların her birini üzerinize giymek zorunda kalıyorsunuz. Hani şu ortaçağda kılıç darbesinden korunmak için giyilen kalın zincirli giysiler gibi, ağır ve gereksiz yük. Evet kılıç girmiyor belki ancak kılıçtan korunacağız diye üzerimize giyilen tanımların ağırlığı altında ezilirsek yine savaşımızda yorgun düşeriz. Ve gençler, çok yorgun düşüyorlar. Ve hala biz onları eleştiriyoruz kendi bakış açımızla. Ya da elli yaşında bir kişi gücünü toplayıp üniversite okumak istediğini söyleyince hor gözle bakıyoruz “torun torba sahibi kadınsın otur evinde”. Bunlar söyleyebilenler, bir de hiç bu özgürlüğe sahip olmayanlar var, daha acı.

Hepimiz kendimizin mağarasından bakıyoruz dışarı, ve bu yine çok normal, ve tanımlarımız o mağara içinde şekilleniyor ve dışarıya da onu yansıtıyoruz. Ama arada mağara adamı da avlanmalı, güneş almalı, yakacak odun bulmalı… Hep mağarada kalırsak böyle eleştiriyoruz işte milleti kendi tanımlamalarımızla.

Olabilir, eleştirdiğimiz anı fark edip geri çekilmeye çalışırsak o histen, karşı tarafın mağarasına bir bakarsak uzaktan ve hatta karşı taraftaki mağaradan kendi mağaramıza bakarsak çok güzel olmaz mı? Belki mağara olarak tanımladığımız yer, vahadır da haberimiz olmamıştır bu zamana kadar.

Tanımlamadan önce, tanımak belki daha iyi olabilir; belki tanımların ötesinde olduğumuzu keşfetmemiz lazımdır, bir çok şeyiz ancak hiçbir şeyiz bu sebeple aynı zamanda. Bu sebeple sınırımız yok, tanımlamadıkça. Bu demek değil ki okuma, öğrenme, çalışma; tam tersine oku, ve okuduğunun ötesine geç, düşün, kim nerede hangi perspektifte yazmış veya söylemiş veya yapmış bir olayı. Çok iyi bil ki, ötesine geçebil tanımlamaların.

Öyle işte. Siz ne dersiniz?

Sevgiler, 

Ceren. 

CEREN ÇİĞDEMOĞLU

Leave a Reply

Your email address will not be published.