Neden çok az erkek yoga yapıyor? Erkek bedeni yoga yapmaya uygun değil midir? Yoga yapmaya erkek bedeni mi izin vermiyor yoksa erkek zihni mi? Erkeğin yoga yapmaması kişisel midir, toplumsal mıdır? Yoksa alışılagelmiş ezberlenmiş erkek varoluşu mudur?
Yoga eğitmenlik kursunun tek erkek öğrencisi/ eğitmen adayı olmam yukarıdaki soruları sormama neden oldu. Ve tez başlığından da anlaşılacağı gibi, beni, aşağıda daha da ayrıntılandırdığım erkek, erkek bedeni, erillik, ataerki, eril tahakküm, erkeklik ve yoga üzerine okumalara itti.
Ayrıca, bu tez başlığı ortaya çıktıktan sonra, on iki sorudan oluşan bir anket hazırlandı. Anket soruları gönüllü yirmi beş erkek katılımcı tarafından cevaplandı. Hiçbir katılımcıya isim sorulmadı, sadece yaş ve eğitim durumu belirtilmesi istendi. Anket soruları, ek olarak tezin sonunda bulunmaktadır.
Erkeklik ve Yoga Üzerine Yapılan Anket Sonuçları ve Değerlendirilmesi
Tez başlığından yola çıkılarak oluşturulan on iki soruya cevap veren yirmi beş gönüllü erkek katılımcının yirmi iki kişisi üniversite mezunu, bir kişisi üniversite öğrencisi, iki kişisi lise mezunudur. Katılımcıların yaş aralığı 20 yaş ile 67 yaş arasında değişkenlik göstermektedir. Ankette spor hakkında iki soru, yoga hakkında beş soru, yoga ve sporun birlikte sorulduğu iki soru, erkeklik hakkında ise üç soru bulunmaktadır. Ankete katılan yirmi beş kişiden yalnızca yedisi yoga yaptığını belirtmiştir. Yoga yaptığını belirten kişilerin yaşları 54 ile 67 yaş arasında değişmektedir. Yoga yapmadığını belirten on sekiz kişinin yaşları ise 20 ile 40 yaş arasında değişmektedir. Ankete katılan yirmi beş erkekten on kişisi geçmişte sporun bir/birkaç dalıyla ilgilenmiş ve aralarından üç kişisi ise geçmişte ilgilendiği sporu yapmaya devam ettiğini belirtmiştir. Katılımcılara, spor dallarıyla ilgili herhangi bir yayın, program vs takip edip etmedikleri de sorulmuştur. Katılımcılardan sekiz kişisi televizyon yayınları/programları ve internet üzerinden spor ile ilgili haberleri takip ettiklerini belirtmişlerdir. Bu sekiz kişiden 4 kişisi sadece futbol, 1 kişi sadece basketbol, 1 kişi hem futbol hem basketbol, 1 kişi futbol, basketbol, yüzme ve tenis, 1 kişi futbol, basketbol, dövüş sporları haberlerini/programlarını takip ettiğini belirtmiştir. Bu sekiz katılımcı dışındaki diğer katılımcılar, sporla ilgili herhangi bir şey takip etmediklerini belirtmişlerdir.
Ankette ‘erkeklik’ ile ilgili sorulara geçilmeden önce, “Yoga ya da herhangi bir spor aktivitesini yaşa, bir ırka ya da bir dine göre ayırdınız mı?(Evetse-Neden?, Hayırsa-Açıklar mısınız?)” ve “Yoga ya da herhangi bir spor aktivitesini cinsiyete göre ayırdınız mı? (Evetse-Neden?, Hayırsa-Açıklar mısınız?)” şeklinde iki soru sorulmuştur. Katılımcıların hepsi, yukarıdaki cinsiyet, ırk, din yaş gibi ayrımları yapmadıklarını belirtmişlerdir.
Anketin 10, 11 ve 12. Soruları “erkeklik”, “erkeksi ve kadınsı olan üzerinden ayrım” ve “kışkırtılmış erkeklik” hakkındadır. “Erkeklik” kavramını on sekiz kişi ‘biyolojik’ olarak tanımlamış, iki kişi soruya hiç yanıt vermemiş, beş kişi ise ‘koruma-kollama’, ‘aktif olma’, ‘güç’ üzerinden tarif etmiştir. “Kışkırtılmış erkeklik” ile ilgili soruyu üç kişi hiç yanıtlamamış, üç kişi bu kavramın varlığını kabul etmediklerini belirtmiş, on beş kişi bir cinsiyetin diğerine baskın olduğu üzerinden soruyu yanıtlamış, dört kişi ise ‘şiddet’, ‘güç’ hatta ‘faşizan’ olarak nitelendirmişlerdir. “Kadınsı ve erkeksi olan üzerinden ayrım”a ilişkin soruyu katılımcılardan yalnızca üç tanesi cevaplamamıştır. Diğer katılımcılar genel olarak ‘pasif-aktif’ ikiliği üzerinden soruyu cevaplandırmışlardır.
Gönüllü katılımcılarla gerçekleştirilen anketin amacı, bu tezin başlığında savunduğu “erkeklerin yoga yapmaktan kaçındığı” fikrini somutlamaktır. Anketin gönüllü katılımcı sayısı 25 kişi ile sınırlandırılmıştır. Ancak değerlendirmeye tabi tutulduğunda, erkek bireylerin verdikleri cevapların birbiriyle benzeşmesi ve erkeklik algıları toplumsal açıdan tesadüf değildir. Farklı insanların, hiçbir yönlendirme olmadan, öznel olarak verdikleri bu cevapların birbiriyle fazlaca yakın olması, anket sorularını cevaplayan katılımcı sayısının ne kadar olduğunu ikinci plana bırakmaktadır.
Erkekliğin, bu anketle de toplumsal bir olgu olduğu ve yaygın, kabul görmüş, yabancılanmayan bir zihniyete işaret ettiği görülmüştür.
Ankete katılan katılımcıların hepsi ‘eğitimli’dir. Ancak eğitim, zihinlerde yer etmiş cinsiyete (ya da başka bir olguya) dayalı ayrımları ortadan kaldırmaya yetmez. Eğitimli olmak, hepimizin ‘ayrımcı’ düşünme odaklı olduğumuzun farkındasızlığını değiştirmez. Kendimizden başlayarak bunu sorsak, kendimiz de dahil, şiddetle karşı çıkacak çok fazla insan olacaktır.
Anket, erkeklerin neden yoga yapmadıklarını, aslında neden “yogafobik” olduklarını ortaya koymak için bir araç olarak düşünülmüştür.
Ankete katılan 25 erkekten yalnızca 7’si yoga yaptığını belirtmiştir. Ve bu 7 kişi 54 ile 67 yaş aralığındadır. Ankette, yoga yapan katılımcı, yoga yapmasının gerekçesini ‘sağlıklı yaşam’ cevabını vererek açıklamıştır. Ankete katılan tüm katılımcılar yogadan haberdardır ve daha önce yoga hakkında farklı farklı kanallardan birçok şey duyduklarını belirtmişlerdir. Bu bağlamda, sağlıklı yaşam için yoga yapmayı tercih eden erkeklere karşılık, diğerleri neden yogaya mesafeli durmaktadırlar? Yoga yapan erkekler de, yoga yapmaya eşi, kızı ya da kız kardeşi vesilesiyle, sağlıklı yaşam vurgusuyla başlamış olduklarını ve sürdürmekte olduklarını belirtmişlerdir. İleri yaş aralığında ‘sağlıklı yaşam’, ‘sağlığına kavuşma’ vurguları, kadınlarda her yaşta etkili olabiliyorken, erkeklerde ileri yaşlarda daha etkili olabiliyor denilebilir. Yoga yapan erkekler, yakın çevrelerindeki kadınlar aracılığıyla yogaya başlamışlardır. Yoga yaptığını belirten 7 kişiden bir kişisi dışında herkes yoga yapmaktan memnun olduğunu söylemektedir. Bir kişi ise “isteyerek ve motive olarak yoga dersine gitmediğini” belirtmektedir. 25 kişiden 7’sinin yoga yapıyor oluşu yogaya dair bir önyargının (ancak 7 kişi tarafından) kırıldığını gösterse de, yogayı ve diğer fiziksel aktiviteleri cinsiyetlendirme meselesinin önüne geçememiştir.
Yapılan ankette katılımcılara, spor hakkında da soru sorulmuştur. Katılımcıların, daha önce herhangi bir spor dalıyla ilgili olup olmadıklarını belirtmeleri istenmiştir. Bunun sebebi, ortaya çıkması beklenen bir çelişkiyi açık etmektir. Ankette herhangi bir spor dalını veya yogayı cinsiyet, yaş vs gibi ayrımlara tabi tutup tutmadıkları da sorulmuştur. Bütün katılımcılar böyle bir ayrım yapmadıklarının ve böyle bir ayrımın olduğunu düşünmediklerini belirtmişlerdir. Ancak, 25 katılımcıdan yalnızca 10 kişisi geçmişte sporla ilgilenmekle beraber, ilgilendikleri spor dalları çoğunlukla futbol, basketbol ile sınırlı kalmıştır. Yalnız bir kişi tenis ve yüzme ile ilgilendiğini belirtmiştir. Kamusal alanda kadınların yer alması geçmişten bugüne hep sorunlu olmuş, erkekler kamusal alanda kadının varlığını her zaman dışlar olmuştur. Dolayısıyla erkeklerin yaptığı her şeyi yapma becerisine kadınlar da sahipken, erkek egemen anlayış kadının kamusal alandaki varlığını sınırlandırarak kendiyle eşit konuma gelmesinin önünü kapatmaktadır. Kadınların tarihi okunduğunda bu daha net görülmektedir. Bu bağlamda anket sorularına geri dönersek, erkeklerin ilgilendikleri spor dallarının futbol ve basketbol ile sınırlı kalması tesadüf değildir. Çünkü sporda da, her alanda olduğu gibi cinsiyetçi yaklaşım kendini gösterir, dolayısıyla spor da cinsiyetlidir ve futbol ya da basketbol gibi popüler, bir endüstriye sahip spor dalları, ilk akla erkekleri getiren, erkeklerin (o sporu) yaptığı, ‘erkek’ alanlar olarak zihinlerde yer bulmaktadır.[1] Dolayısıyla katılımcılar herhangi bir aktiviteyle ilgili “cinsiyet ayrımı olamaz” ya da “böyle bir şey olduğunu düşünmüyorum” derken kendi çelişkilerini ortaya koyduklarının farkında değillerdir. Zaten hiçbir katılımcının yoga hakkındaki duyumu herhangi bir erkek tarafından olmamıştır. Çevrelerindeki kadınlar aracılığıyla yogadan haberdar olmuşlardır. Bu da doğrudan zihinlerdeki cinsiyet kategorizasyonuna eşlik eder. Ayrıca, futbol, dövüş sporları, kısmen basketbol bir fanatizm barındırır. Fanatizm, güç, güç gösterisi ve dolayısıyla şiddeti kapsar. Yüzme, tenis, voleybol gibi spor dalları daha naif addedilir ve dünya üzerinde bu gibi sporlara ilişkin fanatizm örneği görülmez. Dolayısıyla erkekler ve erkeklikle örtüşen spor dalları denilince ilk akla gelenler futbol, basketbol, dövüş sporları, hız sporları olur. Tüm spor dallarında rekabet vardır ama tüm spor dallarına ilişkin bir fanatizm yoktur. Böylelikle, tez anketine katılan erkekler, farkında olmadan sporu da yogayı da cinsiyetlendirdiklerini açık ederler. Yoga, felsefesi gereği, zaten fanatizmden uzaktır. Ayrıca rekabeti barındırmıyor oluşu yoganın doğrudan ‘naif’ bir aktivite olarak addedilmesine neden olur.
Toplumsal cinsiyet normları, kadına ve erkeğe ait olanı sınıflamış, birini diğerinden daha üstün kılacak nitelikler belirlemiştir; toplumsal cinsiyet normları kültürel olarak erkeğin kadına üstünlüğünü vurgular ve sürdürülmesini sağlar. Norm oluşu da sürdürülür oluşundan gelmektedir. Bu nedenle gündelik hayatta ‘basit’ olarak adlandırdığımız herhangi bir olgu bile cinsiyetlidir.
Tezin araştırmasına geri dönecek olursak; ankete katılan ve bir spor dalıyla ilgilenmiş olduğunu/ilgilendiğini belirten on kişiden sekiz kişisi ilgilendiği spor dalıyla ilgili haber yayın ya da program takip ettiğini belirtmiştir (-ki sekiz kişide futbol programlarını takip etmektedir.). Bu noktada şuna değinmek isterim; yoga yapan birçok kadın, yogayı sadece stüdyoda ya da evde matın üzerinde bırakmayıp, yogaya ilişkin olan ne varsa merak geliştirmektedir. Meditasyona, nefese, bir asanayı nasıl yapması gerektiğine, neye yaradığına ya da beslenmeye ilişkin sorular sormaktadırlar. Nitekim bu soruların bir adım sonrası, kadınların yoga eğitmenlik eğitimlerini almasını içerebiliyor. Eğitmenlik eğitimi sınıflarında da böylelikle sadece kadınları görüyor oluyoruz. Peki, erkekler neden ilgilendikleri aktiviteleri daha yakından takip etmiyorlar? Neden sadece hali hazırdaki verilerle izleyici olarak kalıyorlar?
Geçmişten günümüze toplumsal cinsiyet normları kadına ‘duygu ve pasif’ kavramlarını, erkeğe ise ‘akıl ve aktif’ kavramlarını atfetmiştir. Ancak bütün bu sonuçlar ışığında toplumun geneline baktığımızda, bu ikiliklerin altüst olduğunu görürüz. Fanatizmde akıl nerededir ve aktif olan nedir? Güç, güç gösterileri ve şiddet mi aktif olanı niteler? Yoksa bir devinim içinde olan, ama şiddetten uzak, rekabet etmeyen, fanatiklik barındırmayan ve sürekli öğrenmeyi barındıran, ama gerektiğinde pasif kalmayı barındıran ve duyguyu asla dışlamayan bir yapı mı aktif olanı ve akılı kapsar?
Erkekliğin çelişkilerini kısa bir analizle dahi açık edebiliriz.
Anketin son üç sorusuna gelirsek, sözü edilen çelişkiyi bir kere daha görmüş oluruz. Ankete katılanların çoğu “erkeklik” kavramını biyolojik olana indirgemişlerdir. Oysa erkeklik toplumsal bir olgudur ve zihniyetle ilgili olana işaret eder. Birinin biyolojik olarak kadın olması, erkeklik sergilemeyeceği anlamını gelmez örneğin.[2] Kışkırtılmış erkeklik kavramının da kadın ve erkek olarak toplumsal konumlandırılmışlıklarımızla ilgisi vardır. Fallosantrik olanla bağlantısı olması dolayısıyla, kışkırtılmış erkeklik denildiğinde kavramın kendisi cinselliği çağrıştırsa da, aslında doğrudan toplumsal normlarla ilintilidir. ‘Kışkırtılmış’ sözcüğünün erkeklik sözcüğünün önüne gelmesiyle anketi yanıtlayan birçok kişi tarafından baskın olan, üstünlük kuran olarak algılanmış, hatta bazıları şiddet ve güç tanımlamaları üzerinden kavramı olumsuzlamıştır. Ancak bir önceki soruda erkeklik kavramından söz edilince biyolojiye indirgemiş ve ‘koruyan kollayan’, ‘güven veren’, ‘aktif’ olarak nitelemişlerdir. Oysa iki kavramda toplumsal olarak belirlenmişliğe denk düşer. Ankete katılanlarca erkeklik olumlanan bir şeyken, kışkırtılmış erkeklik bir olumsuzlama olarak yer bulmuştur. Erkeğin hüküm sürdüğü ve tahakkümün, şiddetin erkek eliyle gerçekleştiği tarihsel süreci ve erkekliğin yükselişini imlemek için ortaya çıkan kışkırtılmış erkeklik kavramının karşısında da “bastırılmış kadınlık” kavramı durmaktadır. İkisi de var olan toplumsal cinsiyet normları ile örtüşmektedir.
Anket katılımcılarının verdiği yanıtlar üzerinden, yogaya neden kadınsılık atfedildiği ve neden erkeklerin yoga yapmaktan kaçınarak fobik bir durum oluşturduğu açık edilmeye çalışılmıştır.
Erkek olmak, kadınsı olmamak demekse, erkek olmak aynı zamanda kadınsı olan ya da addedilen hiçbir şeyle de ilişkili olmamak demektir. Dolayısıyla erkeğin kadınsı olan bir şeye küçümseyerek, dışlayarak yaklaşması, erkekliğinden ve erkek olma halinden eksileceği fikrini barındırır. Bu anlayış da doğrudan fobik dediğimiz tutumu ortaya çıkararak ötekileştirmeyi büyütür. Tezin konusu olan, erkeklerin yogafobik olduğu düşüncesi buradan beslenmiştir.
‘Erkek Olmak’
Erkek olmanın birinci kuralı kadınsı olmamaktır. Yani kadınsılık erkeksi roller için negatiflenen ve kadınsı şeylerin erkeğin yapmaması veya sahip olmaması gereken şeyler olarak adlandırılır. Bu adlandırmada vahşi kapitalizmin sermaye odaklı meta ve tüketim kültürünün büyük rolü var elbette. Günümüz de kadın bedeni metaya dönüşmüş ve sermaye ediminin en güçlü aracı olmuştur. Yoganın da kadın üzerinden kapitalizm tarafından pazara sürülmesi yogayı kadınsılaştırmıştır. Dolayısıyla kadınsı görünmemek adına erkekler yogadan uzak durmaktadır. Erkeklik rolleri ağır basmakta, erkekliğinden vazgeçememektedir.
Modern erkek bir yönüyle avcı-toplayıcı dönemdeki kas gücünden doğan hakimiyetini ve bununla bağlantılı olarak erkekliğini elinden bırakmamanın yollarını ararken, diğer yandan yine kendi cinsiyetinin hakim olduğu toplum da sayıları azımsanmayacak kadar kadınlarla aynı meslek gruplarında çalışabiliyor. İş yoga yapmaya geldiğinde kadınsı görünmeme adına arkitipsel kışkırtmalı erkekliğine sarılıyor.
Erkeksilik hallerin çoğu kültür içinde edinilir. Erkeksilik “erkek gibi olmak” demekse erkek olduğunu bilen birinin erkek gibi görünmek için çabalaması hangi ihtiyacı karşılamaktadır? Bu ihtiyaç hem toplumsal cinsiyeti oluşturan kültür hem de özne için benzer kökenden gelir ve yaklaşık aynı sonucu işaret eder. Toplumsal kimlik kategorileri gibi toplumsal cinsiyet de varlığını ve sahiciliğini inşa edebilmek için tekrarlara başvurur. Dolayısıyla bir erkeğin kendini topluma kabul ettirebilmesi için “erkeklik” rolünün taklitlerine ihtiyaç duyar. Erkek taklit ve özdeşmeleri tekrar ettikçe sahici bir erkeksilik imajı verir. Erkeksi özelliği dışardaki ötekilerin onayına sunulmak üzere şekillenir. Aynı zamanda ötekilerden taklit edilerek ve özdeşim kurularak edinilen özellikler, “kadınsı” görünmemek adına kışkırtılmış erkekliğiyle maskelenir.
Neredeyse bütün kültürlerde erkek olmaya ilişkin normlar aynı temalara rastlar. Toplumsal cinsiyet normlarının genel kullanımında erkeksilik değil de erkeklik olarak ifade edilir.
Anaerkillikten Ataerkilliğe Geçiş
Uygarlık tarihine baktığımızda Yunan mitlerinden bu yana erkek egemenlik ilkesinin işlediğini, tüm söylemin erkek tahakkümü üzerine kurulu olduğunu görebiliriz. Ancak tarihte anaerkil bir dönemin yaşandığını kabul eden pek çok tez vardır. İnsanlık, evrensel ve doğalmış gibi varsayılan ataerkillikten önce, bugüne göre çok daha eşitlikçi diyebileceğimiz bir çağdan geçmiştir.
F.Engels “Ailenin Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni” kitabında anaerkillikten ataerkilliğe geçiş döneminde kadınların emeğine ve ürünlerine el konulduğuna dair çok önemli saptamalar yapar.
Toplumsal cinsiyet temelli ayrım ve işbölümü aşağı yukarı Orta Paleolitik çağdan Üst Paleolitik çağa geçişte ortaya çıkar.
Antropologlara göre, avcı/toplayıcı dönem de cinsiyet ilişkileri eşitlikçiliğe dayanmaktadır. Avcı/toplayıcı yaşam biçiminin en belirleyici unsurlarından biri, elde edilen yiyeceğin tüm grup üyelerine paylaştırılmasıdır. Ne gıda temininde ne de kullanılan aletlerin imalatında cinsiyetlendirilmiş bir işbölümü vardır.
Yiyecek toplamaktan yiyecek üretimine geçiş, toplumsal yapıda radikal değişimlere neden olur. Toplumsal işbölümü başlangıçta çok daha esnektir ve cinslerin üstünlüğüne göre hiyerarşik yapılanması yoktur. Ne zaman ki fırlatılabilir silahlar icat olur, avcılar ve toplayıcılar arasında ayrışma da var olur. Avcıların beslenmedeki ve yiyecek dağılımındaki payı arttıkça eşitsizlik de ilerlemeye başlar.
İnsanlık kadın ve erkekler arasında bir kardeşlik toplumu olarak başlamıştır. Evelyn Reed, tarihte geçişin daima anasoyluluktan babasoyluluğa doğru olmasını kanıt göstererek sınıflı toplumdan önce anerkilliğin egemen olduğunu söyler. Sınıflı toplumlar ataerkillikle başlamıştır ve bugüne değin eril tahakküm kapitalizm adıyla varlığını sürdürür. Reed’e göre, anaerkillik, insan aklını soyutlayan ve kendi üzerine düşünen bir ilke olarak ortaya çıkar. İnsan, bu soyutlama düzeyi ile ilk yasaları olan öldürmeyeceksin, yemeyeceksin ile kendini doğadan ayırır ve doğayı evcilleştirmek üzere bir hamle yapar. Fakat anaerkil teorinin bu hamlesi doğaya hükmetmek ve tahakküm altına almak üzere değil doğayı evcilleştirmek için olmuştur. Öldürmeyeceksin, yemeyeceksin ilkesi, yoganın 8 basamaklı kollarından Yama’ların birinci kuralı “Ahimsa”yı hatırlatır. Yoga tanrılarının kadın olması da tesadüf değildir. Fakat bugün gelinen durumda ise erkek doğaya/yaşama tahakküm kurarken, yoga ustaları olarak sadece erkeklerin adları geçmektedir.
Tarımın bulunuşundan önce, M.Ö. 3000-10000 yıllarına denk gelen süreçte, doğanın ve henüz ondan bütünüyle ayrılmamış olan insanlığın kurucu ilkesi dişildir. Bu sebeple de insan dişil olanda temsil edilir. Doğa ile insanın yakın ilişkisi doğurmak olgusu üzerinden kuruludur. Doğaya atfedilen bir kutsallık vardır.
Anaerkil toplumdan ataerkilliğe geçişte iki tarihsel momentin belirleyiciliği vardır.
1 – Neolitik Dönem
Tarımın icadından sonraki döneme tekabül eder. Tarım ile birlikte sermaye ve mal birikimi olmuş ve dolayısıyla mülkiyet edimi başlamıştır.
Tarımsal fazla ürünün saklanması, korunması ihtiyacı yeni silahların icadına ve savaşçı erkeklerin çoğalmasına neden olmuştur. Tarım için kas gücüne ihtiyaç vardır ve bu da köleliği getirmiştir. Neolitikle birlikte erkek egemen toplum adım adım gelişir. Anaerkil toplum, eşitlikçi ve sınıfsız olmasına karşın, ataerkil toplum sınıflı, köleci, rekabetçi ve şiddete dayalı bir düzenle varlığını sürdürebilmektedir. Sabanın kullanımından madeni savaş silahlarının yapımına kadar üretim araçlarının kullanımı ve denetimi giderek erkeklerin eline geçer.
2 – Üremede Erkeğin Rölü
Neolitik dönem öncesi, döllenme bilinmediğinden doğurabilen kadınlara ayrı bir tanrısallık atfedilir. Döllenmenin fark edilmesiyle de erkeklik bilinci gelişmeye başlar. Erkeğin doğumdaki rolü kavramasıyla birlikte kadına atfedilen durumlar tersine dönmeye başlar. Kadına ait olan üretici/doğurgan güç, döllenmenin keşfi ile erkeğe geçer. Toprak ve kadın üretmek ve doğurganlığı sebebiyle eş tutulurken; tarımın ve döllenmenin keşfi ile hem toprak hem kadın kontrol edilebilir hale gelir. Toprak pasiftir ve taşıyıcıdır, tohum atarsan yiyecek verir. Kadın pasiftir ve taşıyıcıdır, tohum atarsan bebek doğurur. Toprak ve kadının kontrolü, denetim altına alınması, toplumsal yasaları erkeklik lehine çevirir. Tanrıçalar yerini tanrı krallara bırakır. Soy zinciri baba/erkek lehine gelişir, Aristokrasinin kan ve soy ilkesi işlemeye başlar. Biriken sermaye/ürün babanın soyu üzerinden kendi çocuklarına aktarılır ki, (bu durum anaerkil düzende yoktur. Herkes eşit paylaşımdadır) bugünkü klasik patriyarka dediğimiz sistem işlemeye başlar. Ataerkil yasalarla kadın erkeğin soyunun sürdürücüsü ve taşıyıcısı olur. Doğacak çocuğun soyunun belli olması açısından kadının gözetimi ve mülkiyeti önem kazanır, kadın evlenene kadar babasının, sonrasında kocasının mülkiyetinde tutulan bir mübadele aracına dönüşür.
Klasik Patriyarkadan Günümüze
Tarımın icadıyla birlikte “üretkenlik” toplumsal yaşam belirlemeye başlar. Erkek yasaların işlemeye başladığı bu dönemde, üretkenlik erkeksi güç olarak belirlenmiştir.
Uygarlık tarihi boyunca insanlık kavramının merkezine üretkenlik ve erkeklik ile özdeşleşen insan temsili yerleşir. Toprağı işleyen, plan yapan, doğayı kontrol edebilen güç doğada olmayan, akıldır. Akıl, erkeklikle ilişkilenen, doğayı, toprağı, kadını kontrol eden, denetleyen bir ilke halini alır. Eril olan yaratıcı, dişil olan pasif olur.
Akıl ilkesi, tanrı fikriyle yükselişe geçer. Tarımla birlikte, mitosa dayalı çok tanrıcılık dönemi başlar. Tanrı/tanrılar fikrinin oluşması ataerkilliğe geçişte önemlidir, çünkü o zamana kadar somut olmayan bir yaratıcı güç düşüncesi, çok güçlü bir soyutlama ilkesidir. Mitoloji de geçen bütün tanrılar ağırlıkta erkektir. Zeus’un ele geçirip tecavüz ettiği tanrıça Kybele miti ile anaerkilliğin sonu gelir. Lilith’e yüklenen suçlar, erkeğin kadın korkusunun arkaik yanlarıdır. Erkeğin egemenliğinin pekişmesi için Lilith’in iradesinin yıkılması gerekir. Aynı Kybele gibi. Ve Havva-Adem (Eve-Adam) miti doğar; edilgen, tecavüz edilse de ses çıkarmayacak, Adem’in kaburga kemiğinden yaratılmış Havva!
Antik Yunan’la beraber aklın yaratıcı ilke olarak öne çıkması ve felsefenin başlangıcı kabul edilen mitostan logos/akıl geçiş, insan aklını her şeyin üzerine koyar.
“Ne hikmetse bütün filozoflar da erkektir.”
Aklın cinsiyeti erkektir. Ataerkilliğe yani akıl ilkesine geçiş insanlık tarihi için bir değişimdir. Bundan böyle sınıflar, hiyerarşiler, kadın-erkek ayrımı, eşitsiz gelişim süreci başlayacaktır.
Bu dönüşüm ile bütün evrenin başında bir Tanrı, toplumun başında kral (bugün başkan, cumhurbaşkanı, başbakan vs) ve her hanenin başına da bir baba gerekli olur. Alt-üst, hükmeden-hükmedilen, aktif-pasif, dişil-eril, akıl-duygu olarak ayrım netleşir.
Uygarlık, esas itibariyle kadın ve doğaya uygulanan tahakkümün tarihidir. 14.yy cadı avı bunun örneklerindendir. Tahakküm bugün bile hala sürmektedir. Her yüzyılda tanıklık edebileceğimiz gibi ataerkil kendi düzenini “eril tahakküme” borçludur.
Ataerkil toplum, kapitalizm üretim ilişkilerinin egemen olduğu, açgözlü, hırslı, ayrımcı, sömürücü, yıkıcı bir toplumdur. Patriyarka sadece erkeğin kadına hükmettiği bir düzenden öte, ezme ve ezilme sistemi olarak işler. Patriyarka sınıflar üzerinden işler. Alttakilerin, kadınların, kölelerin ve çocukların efendinin varlığına feda edildiği bir sistem olarak günümüze doğru evirilerek gelir.
Günümüzde Erkekliğin İnşası
Erkek görünmek uğruna, kendisine bahşedilen erkeklik rollerini en iyi şekilde oynamaya çalışan erkek kendinden ve insanlığından uzaklaşıyor. Şişirilmiş erkekliğiyle oyuna getirilmiş erkek. Çünkü içinde yetiştiğimiz toplum, hükmetmekten hoşlanan, bencilce davranan, öfkelenen, vuran, kıran, küfreden, eşini, sevgilisini kendisine kul-köle olmasını bekleyen hegemonik erkeklik modelinin dışında kalan tüm davranışları, erkeklikten saymayan bir düşünce yapısına sahip. Ezberlenen erkek kimliği normlarının dışında kalan erkekliğin, erkek olmadığı tanımlamasıyla kışkırtılıyor. Toplumu kadından esirgeyip erkeğe yüklediği güç/erk/erillik/iktidar, erkeğin de hayrına değil. Çünkü erkek olmak zorunda olduğun, yapmakla yükümlü olduğun şeyler var. Erkek olunur.
Modern kapitalist toplumların egemen cinsiyet rejimlerini anlamak için, toplumsal iktidar ilişkilerinin hem öznesi, hem de nesnesi olmak durumunda olan erkeklik deneyimlerini anlamak gerekir.
Erkeklerin taşımaları beklenen toplumsal sorumluluklar olarak, aile geçindirme, namus ve şeref koruyucusu olma, vatan savunması için askere gitmesi, başarı ve güç için iş-güç sahibi olma, saygın olma, piyasada itibarı olma, para kazanma, toplum içinde olma gibi rolleri erkeği toplumsal iktidar ilişkilerinde hem özne hem nesne haline getirir.
Erkeğe ve kadına uygun davranışların ayrıştırılması ile kışkırtılarak erkeklik inşası gerçekleştirilir.
Toplumsal ilişkilerin taşıdıkları anlamların oluşumu cinsiyet farklarının oluşumu ile birlikte gerçekleşir. Aile hayatı ile evin dışındaki toplumsal yaşamın ahlaki, hukuki, siyasal ilkelerle inşa edilerek, toplumsal olanın dişil ve eril anlamları eril tahakkümü ve cinsiyete dayalı iktidar ilişkilerini anlamayı sağlar.
Cinsiyetlendirilmiş toplumsallığın mümkünlüğü erkeklerin eril iktidar konumlarını sürdürebilmelerine ve tahakkümünü inşa edebilmelerine bağlıdır. Dolayısıyla erkekliğe, “iktidar” analizi içinden bakmak zorunludur. Simone de Beauvoir “İkinci Cins” kitabında, erkekliğin, kendi cinsiyetinden bahsetmeyip sürekli başkalarının cinsiyet özelliklerinden (kadın, çocuk, eşcinsel vb) bahsederek kurulan bir iktidar konumu olduğunu söylemiştir. Erkeklik, başkaları hakkında konuşabilen ama kendi bulunduğu konumun sorgulanmadığı bir iktidar konumudur.
Erkeklik deneyimleri, toplumsal iktidar ilişkileriyle iç içe geçerek, eril tahakkümün inşa edilmesini doğallaştıran, kaçınılmaz ilişkilermiş gibi sunarak, erkek egemenliğini oluşturur. Erkek egemenliği, her türlü erkeğin bir biçimde yararlandığı bir toplumsal düzeni işaret eder.
Kışkırtılmış Erkekliğin Sürekliliği
İktidar ilişkilerinin oluşumunda eril imgeler, devletin ideolojik aygıtları olan, aile, okul, ordu gibi kurumlar, iş dünyasında erkeklik adına üretilenler, toplumsal erkeklik inşasını ve ilişkilenme biçimlerini oluşturur. Erkek ortaklıklarını gösteren, erkek eğlence dünyasının eril tarzı, spor salonlarındaki erkeklik inşası, erkek gruplarda sık gözlenen kadına karşı kolektif aşağılama, cinsel nesneleştirme pratiği, kadınsı olanın dışlanması, aşağılanması, homofobik yönlendirmelerle erkeklik kışkırtılır, şişirilir.
Erkeklik inşasında, ikili kutuplaşmalar stratejik rol oynar; erkekçe olan ya da olmayan, güçlü-zayıf gibi söylemlerle erkeklik “üretilir”.
Erkeklik toplumsal bağlamda şekillenir. Cinsiyetlendirilmiş toplumsal ilişkilerin biri ürünü olarak, her an yeniden yeniden oluşmaktadır.
İktidarı elinde tutan erkek grubu sayıca azdır, ama bu durum geniş bir erkek kesiminin onayı ve suç ortaklığı ile beslenen hegemonik bir oluşumdur. Çünkü hegemonik erkeklik pratiklerini onaylama, katılma ya da ses çıkarmama karşılığında farklı erkekliklere maddi kazançlar ve ayrıcalıklar sunulur. Eril fanteziler yoluyla zevk almayı odağına alan erkek eğlenceleri dünyasına katılma, kadınsı-eşcinsel erkeklere aşağılayıcı ve dışlayıcı davranma özgürlüğü, alt-sınıf erkeklerin kızgınlıklarını boşaltmak için barlarda, sokaklarda, futbol maçlarında taşkınlık yapmalarına hoşgörü gösterme, erkeklerin kadınlar üzerinde sağladığı iktidardan yararlanma gibi ayrıcalıklar.
“Etin Cinsel Politikası” ve Yoganın Vegan Olanla Örtüştürülmesi
Et tarihte kadına yasaktı. Etli yemekler erkeklerin mülkiyeti olarak görülürdü. Et erkeğin toplumdaki saygınlığını pekiştirirdi.
Bu bölümde sözü Carol J. Adams’a bırakıyorum. “Etin Cinsel Politikası” kitabından alıntılar yapacağım.
“Etin cinsel politikası, kadınları hayvanlaştıran, hayvanları da cinselleştiren dişilleştiren bir tavır ve davranışlar bütünüdür.”
“Beslenme alışkanlıkları yalnızca sınıfsal ayrımı açığa vurmaz, aynı zamanda ataerkil ayrımı da belli eder. Et yemedeki cinsiyetçilik sınıf ayrımının altını yeniden çizerken bir de anlam sapması doğurur: tüm sınıflara nüfuz etmiş olan etin erkeksi bir yiyecek olduğu ve et yemenin bir erkek faaliyet olduğu miti.”
“Et yemek kültürlerin ve bireylerin yiğitliklerinin ölçüsü olduğu için, toplumumuz vejetaryenliği hadım ya da kadınsılıkla eş tutar.”
“Kültürümüzde erkeklik, kısmen, et yeme ve diğer bedenlerin denetimi yoluyla inşa edilir.”
“Et yiyenler, beslenme biçimlerinin insani olduğuna inanmaya devam ediyor. Et yiyenler veganların yaptığını yapmadan (yani hayvansal gıdalar yiyerek) veganlarla tamamen aynı şeyi yaptıklarına (insani beslendiklerine) inanmaktan hoşlanırlar. Dolayısıyla hayvanlar aslında hiç de (ürün ambalajlarında) tasvir edildiği gibi hayatlar sürmezken, ortalık bir aile çiftliğinde özgürce yaşayan hayvan imgelerinden geçilmez. Hem hayvanlara kibar davrandığımıza hem de hayvanların onlara davranış biçimimizden hoşnut olduğuna inanırız. En olmadı, hayvanların acı hissedebilecek bilinçleri olmadığından, onların kötü vaziyetlerinin bizi etkilememesi gerektiğine inanmayı seçeriz. Hayvanlar her yerde zincirlenmiş vaziyettedir; lakin onları özgür olarak resmeden bizizdir. Bu inkar çok güçlüdür. Hayvanların özgürlüğü sanısını iletmek için, erkek egemen kültürün imgeleri bir diğer sözde özgürlükten kopya çeker: kadının cinselliğinin tüketimi. Bu yüzden hayvanlar ve kadınlar (aslında öyle olmamalarına rağmen) yalnızca özgür olarak tasvir edilmez, ayrıca cinsel olarak da özgürmüş gibi gösterilir. Sonuç, etin cinsel politikasıdır.”
“Peki ya veganlık (bütün hayvansal ürünlerden kaçınma) bütün bunların neresinde? Bu kitapta sözü edilen vejetaryenlik, hayvansal süt ürünlerinden ve yumurtadan uzak durmayı da içeriyor. Etin Cinsel Politikası dişi hayvanların doğurganlık sürecinin sömürülmesi konusunda farkındalık yaratmak için belirli kavramsal bir terim önerir: Süt ve yumurta dişilleştirilmiş protein olarak, yani kadın bedeni tarafından üretilmiş protein olarak adlandırılmalıdır. Yenen hayvanların çoğunluğu yetişkin dişiler ve yavrulardır. Dişi hayvanlar iki kat sömürülür: hem hayattayken hem de öldüklerinde. Onlar gerçek anlamda kadın et parçalarıdır. Dişi hayvanlar kadınlıkları yüzünden sömürülür, taşıyıcı annelere dönüştürülür. Daha sonra, doğurganlıkları sona erdiğinde kesilir ve hayvanlaştırılmış proteine, başka bir deyişle et biçiminde proteine dönüştürülürler. Hayvan sömürüsünün bu biçimi ile ataerkil kültür arasındaki bağlantı belirlenir. “
Spor salonlarının kışkırtılmış erkeklik haline beslenme odaklı (protein tüketimi vs.) da yaklaşımını burada eklemek isterim. Yoganın dişil (vegan) beslenme ile özdeşleşmesi, erkekliği sarsan bir durum olarak zihinlerde yer bulur.
“Etin dikkat çeken iletisi, erkek rolüyle birlik içerisindedir. Anlamı, değişmez bir toplumsal cinsiyet sistemi içerisinde nükseder. Et, görülmeyen ama daima orada olanın (hayvanlar üzerindeki ataerkil tahakküm) sembolüdür.”
Vegan, vejetaryen olmak ataerkil topluma meydan okumadır. Feminist olmakta ataerkile meydan okuma ise vejetaryenlikle feminizmi aynı potaya koyabiliriz.
Yogafobi Nasıl ‘Beslenir’?
“Cinsiyet eşitsizliği birçok yönden tür eşitsizliğinin içine işlemiştir zira çoğu kültürde eti temin etmek erkekler tarafından yapılan bir iştir. Et ekonomik anlamda değerli bir maldır, bu malın kontrolüne sahip olanlar güce de sahip olur. Erkekler avcı olduğuna göre, bu ekonomik kaynağın kontrolü de onların elindedir. Denklem basittir: bir toplumun hayatında et ne kadar mühimse, erkekler de görece o kadar büyük bir egemenlik kuracaktır.”
“Bunun yanı sıra, bitki temelli ekonomiler eşitlikçi olmaya daha yatkındır. Bunun sebebi kadınların eskiden beri sebzelerin toplayıcısı olmaları ve bunların bitki temelli kültürler için en değerli gıdalar olmalarıdır. Bu kültürlerde erkekler de kadınlar gibi kadınların emeğine bağımlıdır.”
“Bitki kelimesi kadınların edilgenliğiyle eşanlamlıymış gibi kullanılır çünkü kadınların bitkiler gibi olduğu varsayılır. Hegel bunu alenen ifade eder; “erkekler ve kadınlar arasındaki fark hayvanlarla bitkiler arasındakine benzer. Erkekler nasıl hayvanlara karşılık geliyorsa, kadınlarda bitkilere denk düşer; çünkü kadınların gelişimi daha uysaldır”. Bu açıdan bakıldığında, kadınlar da bitkiler de, erkeklerden ve etten daha az gelişmiş ve daha az evrimleşmiş görülür. Sonuçta kadınlar uysal oldukları için bitki yiyebilirler ama aktif erkekler hayvan etine ihtiyaç duyar.”
Yoga, erkek zihniyette kendine ‘pasif’ olan olarak yer bulur. Dolayısıyla yoga ile bedensel, zihinsel ve ruhsal bağ kurmak erkeği kadınsılaştıracağı korkusunu kışkırtır. Bu nedenle erkek, yoga karşısında, kadına, sebzeye, toprağa, hatta çocuğa takındığı tutumu sürdürür; onu aşağılar.
Yoga yapan hiç erkek yok mu? Kuşkusuz var. Ancak geçmişten bugüne erkeğin yogadaki varlığı “usta/üstad” ye da “el veren” kişi olarak karşımıza çıkar. Kadınlar yogada “eğitmen” iken, erkekler “usta/üstad”dır. Aynı toprağa tohumu eken eril, toplayan dişil soyutlamasındaki gibi.
“Yogafobi” Kavramı Nasıl Oluştu?
Yoganın süregelen akışında “yogafobi” kavramı yoktur. Günlük yaşam akışı içerisinde de akademik olarak “yogafobi” kavramına rastlanmaz. Ancak “fobi” ya da “fobik” terimlerine aşinayızdır. ‘Fobi’ en genel anlamıyla ‘korku’ demektir. ‘Fobik’ ise fobiye sahip olan kişiye denir. Fobi bir hissiyatı, bilinçaltındaki bir itkiyi nitelerken, fobik, kişiyi nitelemektedir. Fobi, modern psikolojinin tanımladığı, “bir şeyden korkma” ediminin dışında, sosyolojinin de paylaştığı bir terim halini almıştır. Sosyolojinin kullanmaya başladığı fobi ve fobik terimleri, kimi toplumsal olguları ya da olma biçimlerini tanımlamak için kullanılabilmektedir. Örneğin; “homofobik toplum” kavramı, hem korkan kişiye, hem korkulan şeye, hem de korkulan kişiye gönderme yapan sosyolojik bir kullanımdır. Homofobi kavramı ise doğrudan toplumsal bir olguya işaret eder. Bu örneklemeden yola çıkarak “yogafobi” kavramına dönecek olursak; yogafobi, yogadan korkan bir topluluğu/kitleyi işaret etmek için oluşturulmuştur. Bu tezin ana hattında “erkekler neden yoga yapmaz?” sorusu durmaktadır. Makale boyunca anlatılan erkek olma hali, erkeklik biçimleri, erkek olma ve erkeklik halleriyle örtüşen edimler ve yoganın örtüştüğü olgular göz önüne alındığında, erkeklerin yogadan uzak durma, küçümseme, yoga yapmama hallerine yogafobi kavramının denk düşeceği düşünülmüştür. Fobi, sosyolojik açıdan, bir kişinin ya da bir kitlenin kaçtığı, ötekileştirdiği durumu, kişiyi ya da kitleyi niteleyen bir olgu olarak karşımıza çıkar. Yoga, erkekler tarafından ötelenmekte, çoğunlukla küçümsenmekte, “erkekliği bozar” söylemleriyle kadınlarla, kadınsılıkla özdeşleştirilmektedir. Oysa yoganın kadınlara özgü olduğuna dair bir söylem ya da analiz yoktur. Üstelik yoga, erkek eliyle geliştirilmiş, yaygınlaştırılmış bir disiplindir. Peki, toplum zihninde neden yogaya ‘kadınsılık’ atfedilmiştir?
Yoganın 5000 yıl önce ortaya çıktığı belirtilmektedir. Yoganın ilk hali ve süreç içerisinde geçtiği aşamalara dair en fazla yazılı metinler üzerinden haberdar olup, kökenine ilişkin buralardan bilgi edinebiliriz. Ancak şunu anlamak ya da yorumlamak zor değildir; yoganın, insanın doğayla ilişkilenme biçimi ve doğayla iç içeliği, doğaya saygısı, doğayı anlama ve anlamlandırma biçimi olduğunu söyleyebiliriz. Dolayısıyla bu ilişkilenme biçimi, yoganın da kendi doğasını oluşturur. Kuşkusuz yoganın doğayı cinsiyetlendirme meselesi de ayrıca okunabilir, fakat bu başka –detaylı- bir çalışmanın konusu olabilir.[3] Doğudan alınarak dünyada yaygınlaştırılan, sayısız türevinin oluştuğu, sayısız eğitimlerinin verildiği, bir pazarlama aracı olarak revize edildiği biçimiyle yoga, kendi doğasından da koparılmıştır. Bu tezin açık etmeye çalıştığı (yan) konulardan biri de budur. Bununla beraber insanın gelişim süreci de doğayla ilişkisinde ona duyduğu saygıdan çıkmış, bir tahakküm biçimine dönüşmüştür. İnsan gelişim süreci içerisinde çözdükçe, anlamlandırdıkça, doğadan üstün olduğu yanılgısına kapılmış, doğaya hükmetmeye çalışmış, bin yıllardan bu yana doğayla savaşır hale gelmiştir. Bu tahakküm biçimi dişil değil erildir. Kadın değil erkektir. Erkek eliyle kurulan bu hiyerarşi, “doğa-insan” ikiliğini kurmuştur; açılımı, “doğaya hükmeden insan”dır. Bu ikilikte doğa ‘dişil’, insan ‘eril’dir. Dolayısıyla oluşan “kadın-erkek” ikiliğinde de hiyerarşik bir okuma mevcuttur; doğa ‘kadın’, insan ‘erkek’ olarak nitelendirilir. Kadın erkek eşitsizliğinin tarihsel sürecini okuyan bütün metinler bunu ortaya koyarak başlar. Bu konu çok daha geniş kapsamlı olmakla beraber bu anekdotun şöyle bir önemi vardır; yaygınlaşma sürecinde kendi piyasa koşullarını yaratarak ve uyumlulaştırılmış da olsa, yoganın felsefesi, yoga yapma biçimi, beslenme şekilleri, sakinliği ve dinginliği, söylemleri doğaya atıfta bulunan, onunla hala özdeşleşmeyi savunan bir yerde durur. Dolayısıyla erkek egemen topluma göre yoga ‘dişil’, ‘kadın’ ve ‘kadınsı’ olarak nitelendirilir. Güç ve rekabet, et yeme ya da bir canlıyı öldürerek beslenme, hız, sahip olma, tutma, biriktirme (vs) erkek egemen dünyaya aittir, erkeklik temsilidir. Yoga ise tüm bunların tersinde bir söylem ve sistem sürdürme çabasındadır. Bu nedenle yoganın kadınlara daha uygun olduğu gibi bir anlayışın her hangi bir yerde yazmasına ya da buna ilişkin söylem üretilmesine gerek yoktur. Ortak kültürel bilinç altı, erkekler tarafından bu ön yargının geliştirilmesi için yeterlidir.
Yukarıda sözü edilen örtüşmelerin dışında, yoganın günümüz dünyasındaki olma ve yayılma biçimine de kısaca değinmek gerek. Bizim yogayla buluşmamız, onun artık alınıp-satılabilir hale gelmesiyle söz konusu olmuştur. Kapitalizmlerde, uzaktaki bir şeyi yayma ya da bir şeyle buluşma nedeni onun alım değeriyle ilgilidir. Yoga, dünyaya yayılır ve alıcısını bulurken, pazarlama stratejisinde ilk göze çarpan unsurun, patriyarkal kapitalizmin “beden politikaları” olmasıdır. Patriyarkal kapitalizm, kadın bedeni üzerinden söylem üretir, erkek egemen dünya kadın bedeni üzerinde tahakkümü hak görür ve ne yapması gerektiğini, nasıl olması gerektiğini, ne giymesi gerektiğini (vs) dikte eder. Eril tahakküm bunu gerektirir.[4] Kadın bedenini sürekli şekillendiren ve bunun üzerine bir endüstri kurmuş olan (patriyarkal) kapitalizm, yogayı bir pazarlama nesnesine dönüştürerek ve o hep bildik, ezberlediğimiz ancak her defasında içine düştüğümüz yöntemlerle satar. Bu satış tekniği, salt yogayla yola çıkmaz ya da salt insan sağlığını çok önemsediği için bir şey sunmaz. Kapitalizm, sunduğu şeyin, yani bizim gördüğümüzün perde arkasında kurduğu bağlantılarla daha yakından ilgilidir. Yogayla doğrudan kadına yönelik hizmet sunuyormuş gibi bir söylem asla üretmez. Hali hazırda var olan beden politikalarını yeniden ve yeniden üreterek hedef kitlesini belirginleştirir. Böylelikle yoga, alım kitlesi belirginleşmiş, öncesinde var olan sistemlere de hizmet eden bir araç halini alır. Beden politikalarıyla, yoganın perde arkasında güzellik endüstrisine, gıda endüstrisine hizmet eder ve dolayısıyla kadını da tutmak istediği yerde tutarak, yoganın en büyük alımlayıcısı kadın imajını tazeler. Değişen dünyayı ve ihtiyaç belirlenimlerini biz zamanın şimdisinde algılar ve görürüz. Oysa kapitalizm ‘her şeyin temeli ekonomiktir’ doktrinini elinde tutarak, bizim şimdimizi yıllar önce öngörmüş ve planlamış olur. Dolayısıyla kapitalizm kendi kurduğu endüstrilerin neye ve nereye evirileceğini çok daha önceden öngörmüş, zamanı gelince kitlelere sunmuştur. Böylelikle kapitalizm yoga ile hem erkekliğin kışkırtılmış tabanını besler, hem kadın üzerinden beden politikalarını yeniden üretir, hem de kurduğu/sahip olduğu endüstrilerin sürdürülebilmesine ilişkin yeni yönler verir. Ancak ortak kültürel bilinç altını, geleneksel olanı hiçbir zaman bir kenara koymaz. Bu nedenle yoganın kadınsı atfedilmesi, erkek egemen dünyanın ortak kültürel bilinç altındaki örtüşmelerden yola çıkarak oluşur.
Hiçbir şey durduk yere ortaya çıkmaz ve hiçbir şeyin bağlamı kendisinden bir öncekinden kopuk değildir. Dolayısıyla bu tez için türetilen “yogafobi” kavramı, yukarıda sözü edilen hiçbir bağlamdan kopuk değildir, aksine örtüşmektedir. Bütün bir resme bakıldığında, ne benim bir yoga sınıfında tek erkek eğitmen adayı olmam, ne de erkeklerin yogayı küçümseyerek, erkekliği eksilteceğini düşünmeleri, aslında korkmaları şaşırtıcı değildir. “Yogafobi”, yoga yapan erkeğin kadınsılaştığı, kadınsılaşacağı korkusuna vurgu yapar ve aslında tanımladığı bir kitle vardır; erkekler. Ancak, tezin bu kısmının bir öncesine dönüp yeniden vurgulamak gerekirse; erkek kişi yoga yapıyor ise toplumsal cinsiyet eşitsizliği burada da bozulmuyor ve kadın(lar)dan daha fazla kendine yer açarak, ismi kadın(lar)ın önüne geçmeyi başarıyor. Kadınlar yoga konusunda ne derece ustalaşırsa ustalaşsın, ‘eğitmen’ kimliğinden öteye geçemiyor, fakat bir erkek ‘ustaların ustası/hocaların hocası’ nitelemelerinde kedine yer bulabiliyor. Bunu kısa bir gözlemle bugün bile fark etmek mümkün aslında.
Yoga, Yogafobi ve Kışkırtılmış Erkeklik Üzerine Sonsöz
İnsanın bir bütün olduğu fikri, sistemin onu bölmesi ile parçalanır. Toplumsal olan her olgunun belli ikilikler üzerinden tarifi, eril tahakkümün, hiyerarşinin ve ötekileştirmenin temelini oluşturur. Cinsiyetler arası hiyerarşi de ortak kültürel bilinç altı ile bugüne taşınan bu ikilikler üzerinden kurulur. “Doğa-insan”, “duygu-akıl”, “pasif-aktif” gibi ikilikler, “kadın-erkek” ikiliğinde somutlanarak, bir tarafın baskın, bir tarafın bastırılmış olduğunun da altını çizer. ‘İnsan’, ‘akıl’, ‘aktif’ kavramları erkeğe atfedilmiş ve tarihsel süreç içerisinde yüceltilmiş, ‘doğa’, ‘duygu’, ‘pasif’ kavramları ise kadına atfedilmiş ve küçümsenmiştir. Toplumsal olgular ve eylem biçimleri de bu bağlamda cinsiyetlendirilir. Cinsiyet politikalarının ekonomik temelli, sistemi besleyen bir yapısı vardır. Dolayısıyla cinsiyetlendirilmiş her toplumsal olgunun temeli de ekonomiktir. Sistem, bütünü (en çok) bu nedenle parçalar. Ve bu parçalanmışlık, cinsiyetçi ve ayrımcı kültürü her geçen gün daha da besler, ezilen-ezen ilişkisini büyütür. “Birilerinin refahı, diğerlerinin cefasıyla makbul olur. Dünya bu inanca tabi olalı beri değişmeyen tek gerçek: ezen ve ezilen ilişkisidir.”Bu döngü dışlama ve ötekileştirme mekanizmalarını doğrudan işletir.
Tezin kısa kısa değindiği, ‘erkek olmak’, ‘etin cinsel politikası’, ‘erkeklik’ ve ‘kışkırtılmış erkeklik’, fobi gibi birçok kavram ve kaynak, erkeklerin neden yoga yapmadığını incelemek için ele alınırken, erkeklerin yoga yapmamasının arkasındaki nedenleri de sorgulamak için kullanıldı. Bu tezde, yoganın kendi içindeki ‘eril’-‘dişil’ ayrımlarına, bunun erkek egemen toplumun kuruluşuna nerede denk düştüğüne ilişkin ayrıntılara girilmedi. Sadece toplumsal olarak cinsiyetlendirilmiş, kadınların dışlandığı olgular ve erkeklerin kendini soyutladığı olgular üzerinden “erkekler neden yoga yapmaz?” sorusu yanıtlanmaya çalışıldı. Kapitalizmin buna müdahalesi ve pazarlama anlayışıyla, yoganın yaygın biçimde kadınlar tarafından yapılıyor olmasına karşılık, ‘usta’ sınıfına alınmayışları ve ‘ustalık’ statüsünün (yine) erkeklere bırakıldığına değinildi. Tez için yapılan anket ile yoganın nasıl ‘kadınsı’ atfedildiği, katılımcıların farkındalıksız olarak kültürel belleği açık etmesiyle sunulmuş oldu.
Yaşamda hiçbir şey, bir öncekinden bağımsız değildir. Yogafobi, bu tez ile yeni ortaya atılmış bir sözcük ya da kavram olsa da, kadının, erkeğin, yoganıntoplumsal ve tarihsel bağlamlarından bağımsız düşülmemiştir.
Yogafobi, büyük oranda bir erkeklik eleştirisi olarak ortaya çıkmış olsa da, kadınlık hallerinin de (yeniden) düşünülmesi gerektiğine ince bir dokunuştur.
EKLER
Yaşınız :
Eğitim durumunuz:
Medeni durumunuz:
1-Hayatınızda daha önce hiç spor vb benzeri bir aktivite yaptınız mı? (Evetse-Neler? Hayırsa-Neden?)
2- Spor vb etkinlik haberler ya da yayınları takip ediyor musunuz? (Evetse-Neler/hangi alanlarla ilgili? Hayırsa-Neden?)
3- Daha önce Yoga’yı duydunuz mu? Nereden/kimden?
4 – Yoga hakkında bir şey biliyor musunuz?
5- Yoga yapıyor musunuz? Yapıyorsanız ne zamandır?
6-Çevrenizde yoga yapan biri ya da birileri var mı? Varsa kim/kimler?
7-Yoga yapmayı hiç düşündünüz mü? (Evetse-Neden?, Hayırsa-Neden?)
8-Yoga ya da herhangi bir spor aktivitesini yaşa, bir ırka ya da bir dine göre ayırdınız mı? (Evetse-Neden?, Hayırsa-açıklar mısınız?)
9-Yoga ya da herhangi bir spor aktivitesini cinsiyete göre ayırdınız mı? (Evetse-Neden?, Hayırsa-açıklar mısınız?)
10 – Erkeklik denildiğinde sizde oluşan anlam nedir?
11 – Kadınsı olan ve erkeksi olan denilince ne anlıyorsunuz? Bu kavramlar üzerinden bir ayrımınız var mı?
12 – ‘Kışkırtılmış erkeklik’ size ne ifade ediyor?
KAYNAKÇA
– Adams, Carol J. Etin Cinsel Politikası Feminist-Vejetaryen Eleştirel Kuram (Çev.Güray Tezcan, Mehmet Emin Boyacıoğlu)İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 2015.
– Bachofen, J.Jakob. Söylence, Din Ve Anaerki (Çev. Nilgün Şarman) İstanbul: Payel Yayınevi, 1997.
– Bourdieu, Pierre. Eril Tahakküm (Çev. Bediz Yılmaz) İstanbul: Bağlam Yayıncılık, 2016.
– Connell, R.W. Toplumsal Cinsiyet ve İktidar Toplum, Kişi ve Cinsel Politika (Çev. Cem Soydemir) İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 2017.
– Engels, Friedrich. Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni (Çev. Kenan Somer) Ankara: Sol Yayınları, 1992.
– Federici, Silvia. Caliban Ve Cadı Kadınlar, Beden ve İlksel Birikim (Çev. Öznur Karakaş) İstanbul: Otonom Yayıncılık, 2017.
– Freire, Paulo. Ezilenlerin Pedagojisi (Çev. Dilek Hattatoğlu-Erol Özbek) İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 1995.
– Kerov, Zubritski Mitropolski. İlkel, Köleci Ve Feodal Toplum (Çev. Sevim Belli) Ankara: Sol Yayınları, 1992.
– Lloyd, Genevieve. Erkek Akıl Batı Felsefesinde ‘Erkek’ Ve ‘Kadın’ (Çev. Muttalip Özcan) İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 2015.
– Morgan, Lewis Henry. Eski Toplum 1 (Çev. Ünsal Oskay) İstanbul: Payel Yayınları, 1994.
– Psikeart Dergisi. Erkeklik Sayı 50. Mart-Nisan 2017.
– Sancar, Serpil. Erkeklik: İmkansız İktidar Ailede, Piyasada Ve Sokakta Erkekler İstanbul: Metis Yayınları, 2016.
– Selek, Pınar. Sürüne Sürüne Erkek Olmak İstanbul: İletişim Yayınları, 2014.
– Thomson, George. Tarihöncesi Ege 1 (Çev. Celal Üster) İstanbul: Payel Yayınevi, 1988.
[1] Bilim, siyaset vs den kadınların dışlanmasından konuyu saptırmamak adına burada söz etmeyeceğim. Ancak, kadının kamusal alandaki varlığını sınırlandırarak, erkeklerle eşit konuma gelmesinin tarih boyunca da, bugün de önüne geçildiği, yeni bir okuma biçimiyle görülebilmektedir.
[2] Homoseksüel ya da heteroseksüel olup-olmadığına bakılmaksızın.
[3]Yoganın kökeni, tarihçesi, ortaya çıktığı toplumun kültürel yapısı vs belirtildiği gibi yoganın da kendi içinde ‘cinsiyetli’ oluşuna ilişkin ayrı, geniş bir çalışmayı kapsar.
[4] Kadın bedeninin sömürüsü, kadının ikincilleştirilmesinin ve dolayısıyla emeğinin görünmez kılınması, tüm bunların ekonomideki karşılığı gibi konulara girmeyeceğim. Bu derece detaylandırmak tezi ulaşmak istediği amaçtan saptırabilir.
OĞUZ CEYHAN
Leave a Reply