“ARAYIŞ” mı “BULUŞ” mu?
“Türkiye’de Spiritüel Arayışlar” Araştırmasına Bir Bakış
Her ne kadar Yoga, meditasyon ve Budizm “spiritüellik” kavramına sıkıştırılmış olsa da bunların sosyolojik araştırma konusu olduğunu görmek, bu alanlarda çalışan, yazan, çizen bizler için, yeni bir kaynak kazanımıdır. Ancak derinlemesine görüşmelere, yıllara yayılan araştırmalara rağmen ki çok kıymetlidir, yoganın oryantalist bir bakış açısıyla değerlendirildiğini, zaman zaman karikatürize edildiğini, zaman zaman istismar imalarına maruz kaldığını görmek, beni bu incelemeyi yapmaya teşvik etti.
“Türkiye’de Spiritüel Arayışlar” adlı değerli çalışma, ülkenin önemli ve prestijli yayın evlerinden biri tarafından basıldı. Bu çalışma; ODTÜ mezunu, yurt dışında sosyoloji ve antropoloji alanlarında akademik çalışmalar yapmış, değerli akademisyenler Kurtuluş Cengiz, Önder Küçükkural ve Hande Gür tarafından büyük emekler verilerek hazırlandı.
Kitapla sosyal medyada karşılaşır karşılaşmaz soluğu kitapçıda aldım… “Spiritüel” işlerin içinde olan biri olarak, heyecanla kitabı incelemeye başladım. Kapak görseli için anjaneyasana (low lunge, alçak hamle olarak da bilinir) duruşunda iken çekilmiş bir grup yogini ve yogi’nin fotoğrafı tercih edilmiş. Kitabın adının altında, bu çalışmanın “bizim sektörü” çok ilgilendirdiğine dair başka bir mesaj daha var: “Deizm, Yoga, Budizm, Meditasyon, Reiki vb.”
Yani kitabın tam adı:
“Türkiye’de Spiritüel Arayışlar
Deizm, Yoga, Budizm, Meditasyon, Reiki vb.”
Kitabı okumaya başlamadan önce şöyle bir sayfalarını karıştırdım. Önsözde, giriş bölümünde, kitabın ortalarında ve sonuç bölümünde yoga ile ilgili dört adet karikatüre yer verildiğini gördüm. (bir tane de geleneksel dinle ilgili var) Bunlar, yoga işlerine girmeden önce beni tanıyan eş dostun da sık sık benle paylaştığı karikatürlerden ki çok ince bir mizah var ve gerçekten güldürüyorlar. Diğer yandan yoganın, meditasyonun ne kadar yaygınlaştığıyla ilgili de fikir veriyorlar. Verdiği bir fikir de şu ki yoga işleri karikatürize edilmekten kendini kurtaramıyor. Eh, bir yanıyla da fena malzeme yok değil… Bu konuya girmeden, kitaptan devam edeceğim.
Bu araştırmayı okuduğunuzda; yogaya, nefes çalışmalarına, Budizm’e ki çok az gözüme ilişti, meditasyona, Tasavvufa ilgi duyan (kapakta Tasavvuf denmese de çokça kitabın konusu), bu spiritüel alanlarda uygulamalar yapan kişilerin genellikle kadın, orta-üst sınıf ve genellikle üniversite mezunu olduğunu, bir travma ya da dönüm noktası (aldatılma hikayesi, işsiz kalma vb. olabilir) sonrası bu işlere giriştiği ve özellikle işten duyulan tatminsizliğin spiritüel arayışlarda çok etkili olduğu fikrini edinebilirsiniz.
Araştırmanın toplam 84 kişi ile yapılmış olmasını ve Tasavvufla, Sufizmle, reikiyle, yoga ve meditasyonla ilgilenen kişilerin aynı örneklem içinde yer almasını biraz yadırgadığımı itiraf etmeliyim. Yine de çok emek verilerek hazırlanmış olan bu çalışmanın incelenmesi gerektiğine inanıyorum. Diğer yandan ilk bakışta okura farklı bir izlenim verdiğini de düşünüyorum. Yani yayın evlerinin oldukça zor şartlarda kitap bastığını düşünürsek, yoga üzerine kitapların niş bir kitle tarafından da olsa alıcı bulması, kitabın ağırlıklı olarak bir yoga imajına sahip oluşunun yanıtı olabilir. Açıkçası bunun bilinçli yapılıp yapılmadığından emin olamadım ancak kitap kapağında kullanılan görsel, kitabın adındaki yoga, meditasyon, Budizm vurgusu, içinde kullanılan karikatürler, bu konuların ağırlıklı araştırıldığı fikrini uyandırıyor. Oysa ki kitapta yoganın baskın olduğu gibi bir durum yok. Araştırmanın yürütücülerinden Kurtuluş Cengiz’in ifadesi de bu düşüncemi doğrular nitelikte. Kitaba emek veren isimlerden biri olan değerli akademisyen Cengiz, bir YouTube programında, araştırmayı hazırlarken yaşadıkları bürokratik süreçlerden birinde, yoga stüdyolarıyla görüşmeyi tasarladıklarını ancak stüdyolardan izin almadıkları için projelerinin elendiğini (sanıyorum TÜBİTAK 1001 için yapılan başvurudan söz ediliyordu), stüdyolardan izin aldıktan sonra ise “bu araştırma yoga merkezlerinde yapılamaz” şeklinde bir dönüş aldıklarını belirtiyor ve şunu ekliyor:
“Aslında bizim amacımız yoga araştırması yapmak değildi. Kitabı okuduğunuz zaman yoga ile ilgili çok fazla bir şey olmadığını göreceksiniz. O işin teoloji kısmı. Bizim ilgilendiğimiz o değildi (…) Bu sefer bizim derdimizin yoga olmadığını anlatmak için (…) araştırmayı bireysel eğilimler, motivasyonlar üzerine kurduk tekrar ve (…) araştırma 2016’da kabul edildi.” (Adı Geçen Eser, 4. Bölüm, YouTube programı)
Kitapta da belirtildiği gibi, araştırmada bireysel motivasyonlara odaklanılıyor. Üç yıl boyunca kurumsal din dışında inanç ve pratiklere ilgi duyan insanlara ulaşılarak bu çalışma gerçekleştirilmiş oluyor. Diğer yandan bireysel motivasyonlar nedense yoga kampları gibi grup aktivitelerinde bulunuyor. Buna, araştırmacıların da bu etkinliklere katılıp gözlem yapmaları dahil.
Araştırmanın yoga, reiki, nefes vb. bağlamında hangi şehirlerde yapıldığı açıklanırken, bu alanlarda gerçekleşen kamplardan söz ediliyor. Bunlar için de Fethiye’den Kuzey Ege’ye doğru bir hatta yoğunlaşılmış. Ankara, İstanbul, İzmir, Muğla, Çanakkale ve Konya’dan 12’şer kişiyle görüşme hedeflenmiş. Yukarıda da belirttiğim gibi 84 kişiyle derinlemesine görüşmeler yapılmış. Yoga stüdyosunda yapılan pratikler ya da yoga kampları, inzivalar aslında bir nevi grup aktiviteleri. Araştırmacılar bu kamplara giderek katılımcı da olmuşlar. Katılımları sırasında yaptıkları gözlemlerin aktarımında zaman zaman objektif olmayan ifadelere de rastladığımı söylemeliyim. Buna iki adet örnek vermekle yetineceğim. Araştırmacılardan biri, “Ezgi Sorman’la Ses Banyosu Etkinliği”ne katılır. Genel ortamı anlatırken şu ifadelere yer verir:
“(…)Bununla birlikte kişi başı 100 TL’lik bir ücreti de göz önünde bulundurduğumuzda, “yüksek kalite” bir meditasyon deneyimi yaşamak için maddi durumunuzun iyi olması gerektiğini, bunun herkesin erişebileceği bir deneyim olmadığını söylemek mümkün(…)”(s.331)
Araştırmacıların uygulamalara katılıp bunları aktardığı kısımlar oldukça değerli olmakla birlikte, birer katılımcı olarak araştırmacıların aktardıklarından zaman zaman bu aktivitelerden etkilendiklerini, zaman zaman bunlara mesafeli belki de biraz tepkili olduklarını okumak mümkün. Bu da okur olarak beni düşündüren unsurlardan biriydi. Yine araştırmacılardan birinin katıldığı bir etkinlikte (Yoga ve Mindfulness kampıymış), araştırmacının gözlemci kimliğinden uygulayıcı kimliğine geçtiğini okumak mümkün. Bunu görmek bir yanıyla okur olarak hoşuma gitti. Gözleminde araştırmacı şöyle diyor:
“(…)Bir noktadan sonra düşüncelerimizin seyreldiğini gözlemledik. Sonrasında bu durumdan çıkmak için bu kez içeriden dışarıya doğru duyularımızı hissettik(…)”
Aynı araştırmacı gözlem raporunu şöyle bitiriyor:
“(…)Bunun dışında pratiklere katılarak, içsel gözlemler yapma şansı da konunun ne olduğuna dair yalın bir kavrayış getirdi.” Bu değerli cümlenin devamında gelen kavrayışın ne olduğunu da okumak güzel olurdu aslında…
Kitabı okuduktan sonra dinlediğim Adı Geçen Eser, 4. Bölüm, YouTube programında araştırmanın yürütücülerinden Önder Küçükkural ise İslam’ın bir versiyonunun bu inanç pratiklerine (Yoga, Budizm vb.) “sızdığını” gördüklerini “çok önemli bir bilgi” olarak değerlendiriyor. Değerli akademisyenin burada sözünü ettiği özetle, “En-el Hak, Vahdet-i Vücûd” kavramlarının “birlik” kavramı/anlayışı aracılığıyla yayıldığı. Bu konuya değinmeden önce Küçükkural, yurt dışında birinin Mindfulness, Reiki gibi “bir yerde” tutunmak istiyorsa kurumsal dinini açık açık söyleyemediğini vurguluyor. Ancak Türkiye’de yukarıdaki kavramların spiritüel çalışmalarda kendine yer bulmasını ilginç buluyor.
Kitapta da açıkça konu şöyle belirtilmiş:
“Katılımcıların inançlarını anlatırken vurguladıkları bir diğer kavram olan hiçlik de yine tasavvuf kökenlidir.” (s.257).
Bu argümanı doğrulamak üzere, bir görüşmeden de alıntıya yer veriliyor. Oysaki hiçlik kavramı ve/veya birlik kavramı, Tasavvuf’tan çok daha önce, Hint felsefesi ve Budizm’de kendine yer bulur. Öğretilerin detaylarına kitap ekseninde kalmak istediğim için girmeyeceğim. Meraklısı pek çok kaynağa ulaşarak bilgi edinebilir. Araştırmacıların, 84 kişiyle yapılan görüşmeler sonucu bu kadar kritik bir konuda genelleme yapması beni biraz şaşırttı doğrusu.
Önder Küçükkural ayrıca “spiritüel” kişilerin, birlik hissini yaşamalarının önünde, var olan dünyanın, kurumsal dinlerin ve/veya ekonomik yapıların engel olduğunu düşünen “kadınlar”la karşılaştıklarından söz ederek bu kişilerin yoga yaparak, çemberlere katılıp sohbet ederek birlik fikrini çok daha derinden yaşayacaklarına inandıklarını da söylüyor. Bizi kapatan, kısıtlayan diyanet, kent yaşamı, ekonomik sistem vb. bu hisleri yaşamamızı engelliyor şeklinde bir çıkarsama yapıyor. Bunları değillemenin bir anlamı yok. Oldukça doğru ancak oldukça eksik.
Yukarıdaki eksikliğe naçizane şöyle bir katkıda bulunmak isterim:
Bir Yoga Eğitmeni Olarak Saha Gözlemim
Pandemiye kadar yaklaşık 4-5 yıl boyunca düzenli olarak İstanbul’un Beşiktaş semtinde, çarşı içinde yoga ve meditasyon dersleri verdim. Eğitmenlik eğitimlerinin yürütücülerinden biri oldum. Bu çalışmalar içerisinde en çok dikkatimi çeken gruplar, dört hafta süren Yoga 101 (Yogaya Başlangıç) kursu katılımcıları oluyordu. Genellikle 15-20 kişinin katıldığı bu kurs, her ay yeniden açılırdı. Kabaca dört yıl sürdüğünü düşünürsek, 48 ayda ortalama 15 kişinin katıldığını kabul ettiğimde bu süre içerisinde yaklaşık 700 kişiyle tanıştığımı, çalıştığımı, onları gözlemleme fırsatı bulduğumu söyleyebilirim. Elbette bir araştırmacı gibi derinlemesine görüşme yapmadım ancak yogaya başlama hikayelerinin çokça fiziksel ihtiyaç olduğunu, çokça doktor yönlendirmesi olduğunu, orta üst gelir yerine özellikle öğrencilerin ilgi duyduğunu, eşit olmasa bile zaman zaman eşite yakın erkek katılımcı sayısıyla karşılaştığımı, özellikle erkek katılımcıların oldukça meraklı olduğunu, sorular sorduğunu, çekinmek şöyle dursun, pek çok kez rekabetçi olduklarını söyleyebilirim… Evet bu kişiler henüz bir spiritüel arayış içinde değildi. Onları bir yoga kampına götürseniz sudan çıkmış balığa dönebilirlerdi. Kitapta da belirtildiği gibi, bir katılımcı amiyane tabirle “kampa gitme kıvamına” geldiyse manipüle edildiği için değil, kendi isteğiyle gitmiştir. Diğer yandan şu genellemeyi yapabilirim ki Yoga 101 sonrası yogaya devam edenler, biraz daha derinleşmek istediklerinde kamplara gitmek yerine açtığımız eğitmenlik eğitimlerine katıldılar. Bu belki bizim yoga okulumuzun ekolüyle de ilgili bir durumdu ancak azımsanmayacak bir sayıdan söz ediyorum. Bu nedenle böyle bir araştırmanın içinde olması gereken bir motif oluşturdukları kanaatindeyim.
Yine kitap üzerine konuşulan Adı Geçen Eser, 4. Bölüm, YouTube programında, çalışmanın bir diğer üyesi değerli akademisyen Hande Gür, spiritüel aktivitelerin tamamen bireysel deneyimler olarak görüldüğüne doyurucu bir özetle dikkat çekiyor ve bireysellik vurgusu sayesinde spiritüel/dini pratiklerin akışkan bir hale geldiğini, bu nedenle uygulama ve inanç geriliminin ortadan kalktığını belirtiyor. Daha sonra Gür, “en sık duyduğumuz pratikler neydi?” diye bir sınıflama yaptıklarında, bunları fiziksel ve fiziksel olmayan pratikler olarak iki grupta incelediklerini aktarıyor ve ekliyor:
“En sık duyduğumuz fiziksel pratikler açıkçası meditasyon, bence en baştaydı, mantra, nefes, farkındalık meselesi çok vardı, çember(…) tabii ki yoga ve İslami pratikler de bunun içinde… Oruç, dua, namaz, bunlar az duyduğumuz pratikler değildi.”
Araştırmacılar, fiziksel olmayan pratikleri ise şu aktivitelerle nitelemişler:
“Okumayı bir pratik olarak görüyorlar. Tefekkür bir pratik olarak görülebiliyor. Yani ‘Ben kişisel gelişim kitapları okuyorum, ben Osho okuyorum, ben Mesnevi okuyorum.’ Bu bir hakikaten pratik olarak geçiyor. (…) YouTube’dan video izlemek, fiziksel olmayan bir spiritüel aktivite olabiliyor… Düşünürleri izlemek, spiritüel hocaları dinlemek. Amerika’dan Türkiye’ye bağlanıp Zoom görüşmeleriyle enerji almak hakikaten yükselen trendler.”
Programın yürütücüsü Profesör Yıldırım Şentürk söyleşide kitaba dair şöyle bir saptama yapıyor:
“Kitapta şöyle bir şey hissettim… Travma, mucize, yalnızlık vs.ler sonrasında böyle pratiklere kayınca… Aslında bu insanlar, bu pratiklere dahil olmakla da gelişiyor… Yani her biri farklı, biri beden meselesine ilgi duyuyor, diğeri yogaya ilgi duyuyor… Ve hayata bakışı, dünyaya bakışı değişmeye başlıyor. O gelişme hissiyatı biraz geri planda kalmış gibi hissettim ama şimdi anlattıklarınızdan, yanıt bulduğu sürece de bir gelişme var değil mi? Yalnızlıktan kaçmak değil, başka bir dünyaya bakmak… O kısmı sanki biraz vurgulamak gerekiyor çünkü öbür türlü kaçış halindeymiş gibi bir şey görünüyor ama aslında buluş hali varmış gibi geldi bana.”
Bu saptama bana son derece yerinde geldi. Diğer yandan Cengiz’in yanıtı da ilgi çekici:
“Bu konuda haklısınız… Bu tarz hareketlere geleneksel yaklaşım; bunların dinimizden, milli ve manevi değerlerimizden sapan, şizofrenik savruluşlar olduğu yönünde. Daha materyalist tarafsa bunu dinciliğin başka bir formu olarak değerlendiriyor… Bizim bakışımızdaysa aslında bu bir arayış. İnsanların kendilerini daha iyi hissetme arayışı, daha iyi bir hayat bulma arayışı… Bu insanlar manipüle edilmiş, beyinleri yıkanmış, yanlış yollara sapmış insanlar değiller. Kendi hayatları için daha iyisini arayan insanlar. Önceki hayatlarından daha iyisini buldukları sürece de bu hareketlere katılacaklar. İnsanların durduk yere işinden ayrılıp Hindistan’a gidip tapınaklarda, oradaki rahiplerle beraber bir hafta aç susuz yaşayıp bir şey deneyimliyor olması büyük bir şeydir. Kimsenin bir yerden bir yere kalkıp gitmediğini düşünürseniz… sıkıcı hayatlarımızda, bu önemli bir şey; kendini aşma çabası… Çabanın kendisinin çok değerli olduğunu düşünüyorum.”
Felsefi birer külliyat olan Yoga’nın, Budizm’in uygulayıcılarının ve araştırmacılarının “Batılı abi zihinler” tarafından çeşitli konumlandırmalara maruz kaldığını bugün de görmek mümkün. Diğer yandan bu felsefi düşüncelerin nüfuz alanını giderek genişlettiğini, incelemesini yaptığım bu değerli çalışmada ve çalışmayı gerçekleştiren değerli akademisyenlerde görmek merak uyandırıcı ve heyecan verici oldu.
Nilüfer Eyiişleyen
Leave a Reply