“Her zaman kazık yiyen taraf ben oluyorum.”
“Üç ilişkisinde de sevgilisini aldattı.”
“Tam benim tipim, gerçi ayrıldığım sevgilime benziyor ama…”
“Yine terk edildim…”
“Hep hayran olacak birilerini buluyor ve sonra onların dedikodusunu yapıyor.”
Sizin de tekrar eden hikayeleriniz ve/veya bu tip hikayelere tanık olduğunuz oluyordur. Kişisel deneyimlerimden bir örnek:
“Hiç düşünmeden her türlü ekip çalışmasına katılırdım. Hatta kendimi bir anda o grubun içinde buluverirdim. Zamanımı, işin muhteviyatını düşünmezdim.”
Şimdilerde, bazılarında seçici olmam gerektiğini fark ediyorum ve bu eylemi “kesintiye uğratma” kararımı, farkındalığımı devreye sokarak uyguluyorum.
Hesapsızca tüm grup etkinliklerinde yer alma arzum, bir şeylerin dışında kalma endişemi bertaraf etme arzumdan kaynaklanıyor diye yorumluyorum.
Neden bu endişe, bu ne biçim arzu?
Çocukluk ve ergenlik dönemimde, benden büyük iki erkek kardeşin tüm dünya bir yana onlar bir yana “sarsılmaz” birliğine, pek çok kez kapı dışarı edilerek tanık oldum. Benle oyuncak bir ayıymışımcasına oynayıp ayıcığı bir kenara atıyorlar, ardından kendi hayatlarına beni hiçbir zaman dahil etmeden devam ediyorlardı. Evet onlar için bir insan değildim. Tamam aramızda yaş farkı vardı ama bu kız da pelüş bir oyuncaktan fazlasıydı.
Bu arada bu bir travma değildir. Bu beni A noktasından B noktasına taşımış olan bir deneyimdir. Üstelik çok sonra bunu kardeşlerimle konuştuğumda ikisi de ayrı ayrı o zamanlar ne kadar mutsuz bir ergenlik/gençlik geçirdiklerini anlatmışlardı. Ayrıca birbirlerine hiç de bayılmıyorlarmış. Belki de evdeki baba ve işteki patron (ikisi de aynı kişiydi) otoritesine karşı bir ittifaktı onlarınki. Herkesin bir hikayesi var işte…
Bu iki kardeş, o “efsanevi uyumlarına” gayet uygun olarak, birer yıl arayla erkenden evlendi ve bence gençliklerini yaşayamadı. Pompalanan ve pohpohlanan “erkekliklerinin” aksine kaşı gözü yara yara hayata karışan, “kız başıma” ben oldum.
Onlar aynı okullara gittiler, aynı odada kaldılar, aynı mesleği edindiler, aynı iş yerinde çalıştılar, biri terhis olduktan sonra diğeri gidip onun ranzasında uyuyacak kadar aynı yerde askerlik yaptılar, aynı yıl çocuk sahibi oldular… Onları birbirinden ayıran çok kritik farklar vardı da neyse bu yazının konusu değil.
Kendi hikayeme gelirsek; bu oğlanların “müthiş uyumu” sandığım şey, bende harmoni aradığım grup çalışmalarına denk düştü. Şimdi “Alt tarafı grup çalışması… Ne acayip kulplar uyduruyorsun.” demeyin zira mesele bu katılım eylemine yüklenen anlamlar ve bu deneyim esnasında içimde kopan fırtınalardır…
Peki ben ne yapmaya çalışıyordum?
Freud’a göre yineleme zorlantısı içindeydim. Diğer bir deyişiyle “kader zorlantısı”. İki erkek kardeşin hem sarsılmazmış gibi görünen birlikteliğine dahil olmak istemem, hem babalarını taklit ederek otoriter davranış takınan bu ikili tarafından kabul edilmek istemem, kendini kabul ettirme güdümüyle “tekrar eden bir davranışa” dönüşmüş. Yani bu konuda uzunca bir süre doyum aramışım (ama doyum orada değil, vazgeçmektedir). Freud, Haz İlkesinin Ötesinde Ben ve İd adlı eserinde (Metis, s.37) çok güzel ifade eder:
“(…) Elbette söz konusu olan, doyuma götürmesi gereken dürtülerin eylemleridir; bunun yerine o zamanlar da sadece hoşnutsuzluk getirmiş olmaları deneyiminden hiçbir ders alınamamıştır. Buna rağmen zorlantının baskısıyla yinelenip dururlar.(…)”
Seni mutlu etmemiş bir şeyi niye tekrar etmek istersin ki değil mi? Bu, “kader zorlantısı” değil, düpedüz keder zorlantısı! Şaka bir yana, Freud bizi mutlu etmeyen şeyleri farklı şekillerde ve çoğunlukla farkında olmadan tekrar etmemizin ardında, haz değil başka bir avuntu aradığımızı söylüyor. Bir çeşit, durumun üstesinden gelme simülasyonu ve o simülasyonda kendimizi farklı konumlandırma hali. Ernst bunu yapmış, Freud da torununu çok iyi gözlemlemiş. Bu konuya geleceğim…
Örneğimden yola çıkarak şöyle anlayabiliriz: Çocukluğumda bana haz vermeyen, beni ıstıraba sürükleyen, etkisizleştiren yani pasif hale getiren, yokmuşum gibi hissettiren bir deneyimi iyileştirmek için grup çalışmalarında, grup etkinliklerinde düşünmeden, karşıma çıkan her fırsatta yer alıp durumları düzeltmeye çalışmışım. Yinelediğim şey bir grubun oluşturduğu birlikteliğe katılmak ama aradığım şey bunun hazzı değil. Kendi isteğimle bir grup etkinliğine talip oluyorum, buna kabulümü sağlıyorum. Ama karşı tarafın beni kabul etmesi değil, benim kendimi onlara kabul ettirmem. İşte yineleyerek aradığım şey bu. “Ben, istersem bu gruba dahil olabilirim, çünkü ben zaten bu grubun ayrılmaz bir parçasıyım.” Yineleyerek aradığım tatmin buydu. Burası oldukça kritik bir ayrım. Bunu “Freud’un makara oyunu”na bakarak daha iyi anlayabiliriz:
Yineleme zorlantısı meselesinde Freud’un Haz İlkesinin Ötesinde çalışmasına dahil ettiği ünlü bir gözlemi vardır. Bir buçuk yaşındaki torunu Ernst’ü oyun oynarken inceler. “Makara Oyunu” Freud’u yineleme zorlantısı fikrine götürür.
Çok kısaca şöyledir:
Ernst, oldukça uslu bir bebektir. Annesinden saatlerce uzak kalsa da ağlamaz. Oysa ki annesine de oldukça bağlıdır. Anne evden çıktıktan sonra bebek, oyuncaklarını odanın uzak köşelerine atma oyunu oynar. Hatta alt kısmı perdeyle çevrili yatağının altına da fırlatır eşyalarını. Oyuncaklarını atarken de o-o-o-o şeklinde ses çıkarır. Bu sesi annesi ve Freud “fort” yani “uzakta, gitti” olarak yorumlar. Bebek bir gün ip dolanmış tahta bir makarayı, etrafı perdeyle çevrili yatağın altına atarken ve makarayı çekerken gözlemlenir. Makara yatağın altına gittiğinde yine o-o-o-o diyen Ernst, makarayı çekip çıkardığında “da” (işte, geldi) der. “Uzakta, gitti” ve “işte, geldi”
Bu gözlem Freud’u haz ilkesinin ötesine bakmaya sevk eder. Yani annenin her akşam eve geri gelmesinin, makaranın çekince tekrar belirmesinin yarattığı hazzın ötesine… Çocuk, annenin gelişiyle duyduğu hazzı oyununda yineliyor değildir. Freud, Ernst’ün oyununda daha çok makaranın yok oluşuna odaklanıyor ve diyor ki çocuk bu yaşantıyı (annenin gidişini) başka bir güdümle oyunlaştırıyor:
“Başlangıçta çocuk pasifti, yaşantıya maruz kalıyordu; oysa hoşnutsuzluk verse de durumu oyun gibi yineledikçe aktif bir rol almaya başladı. Bu çaba, anının haz verip vermediğinden bağımsız hale gelmiş bir egemen olma dürtüsüne bağlanabilir.” (Freud S., Haz İlkesinin Ötesinde Ben ve İd, s. 32, Metis)
Yani Ernst diyor ki anneye “seni ben gönderiyorum.”
Yani diyorum ki ben de erkek kardeşlerime, “Siz beni kabul etmediniz ama ben istersem istediğim gruba kendimi kabul ettirebilirim.”
Peki karma bunun neresinde?
Karma ile yineleme zorlantısının aynı şey olduğunu söylemiyorum. Bundan ziyade, “yineleme zorlantısı sürdükçe Karma oluşturmaya devam ederiz” diyorum.
Freud’un ortaya koyduğu bu olgu bize Karma’yı anlamak ve onu kesintiye uğratabilmek için elverişli bir araç sunar.
Mircea Eliade, Hint maneviyatının dört ana fikri olduğunu söyler ve bunların birbirinden ayrı düşünülemeyeceğini belirtir. Vedalar sonrası dönemlerde özellikle bu dört kavram anlaşılmaya çalışılmıştır. Bunlar, Karma, Maya, Nirvana ve Yogadır.
Karma’nın “iş, eylem; yazgı (daha önceki bir varoluşta gerçekleştirilmiş edimlerin kaçınılmaz sonucu); semere, netice” anlamları vardır (Eliade).
Harekete geçmek anlamına gelen “kri” sözcüğünden türetilmiştir. Karma eski Hindistan’dan başlayarak hem Yoga felsefesinde hem de Budizm’de önemli bir yer tutar. Bir bireyin eylemlerinin kendi geleceğini yarattığı sebep ve sonuç ilişkisi de Karmadır. Buradaki fikir; olumlu eylemlerin iyi Karma yaratarak gelecekteki mutluluğa yol açması, olumsuz eylemlerin ise acıya neden olarak kötü Karma yaratmasıdır. Ama işin püf noktası beklentisizlik olmalıdır, geleceğim bu konuya.
Upanishadlar’dan bir örnek bu arada: Brihadaranyaka Upanishad’da “(…) Karma hakkında konuştular, Karma’yı övdüler. İyi işler kişiyi iyi yapar, kötü işler kötü.” ifadesi yer alır.
Karma’yı genel hatlarıyla şöyle açıklayabiliriz: Her eylem sonrası bir tepkime gerçekleşir ve hiçbir eylem sonucundan ayrı tutulamaz.
Yoga, kendini karma döngüsünden kurtarmak, özgürleşmek için bir araçtır. (İster beğenin ister beğenmeyin, psikanaliz de öyle.) Yoga’yı bir araç olarak hakkıyla, özenle kullanmak bizi Karma Yoga’ya götürür. Karma Yoga bize ıstırabın kaynağını bulmak için içe bakmayı, koşullardan bağımsızlaşmış mutluluğu bulmak için (ananda) kendi eylemlerimizin farkında olmayı öğretir. Yukarıda değindiğim beklentisizlik meselesi.
“Beklentisizlik” Karma’da önemli bir “disiplindir”. Bunu, Nishkam Karma kavramından yola çıkarak anlamaya çalışabiliriz. Bhagavad Gita’nın ana teması olan Nishkam Karma, Yoga’da önemli bir felsefi kavramdır. Bencilce veya kişisel çıkar gözetmeden hareket etmek anlamına gelir. Kişinin iyi bir karşılık beklemeden, herhangi bir beklenti olmadan hareket etmesidir. Sanskrit dilinde nishkam, “güdümsüz eylem”, “arzusuz çalışma”, “arzusuzluk” anlamına gelir.
Toparlamam gerekirse…
Yoga Ölümsüzlük ve Özgürlük adlı başucu kitabımın yazarı Eliade der ki
“Psikolojik deyimlerle söyleyecek olursak; insan varoluşu bilinçdışının deneyimler aracılığıyla kesintisiz biçimde hayata geçirilmesidir.”
Freud der ki
“Bir kişinin karakterindeki yineleyen, değişmeyen özelliğini keşfedebilirsek, bu hep aynı şeylerin ‘durmadan yeniden oluşu’ bizi şaşırtmaz.
Ve Elia’de adeta Freud’la diyalog halindeymişçesine çok güzel tamamlar:
“Vasanalar (‘Arzu’ demektir ama Eliade burada bilinçdışı olarak kullanır. Zaten bastırılmış arzular da bilinçdışındadır) her bireyin kendine özgü karakterini belirler ve bu koşullandırma hem kalıtıma hem de bireyin karma durumuna uygundur.”
Bu durumda şöyle düşünmek benim için çok ikna edici: düşünce ve duygu dünyamıza birlik kazandırmak ve bunu dış etkenlerden, koşullardan, anılardan bağımsızlaştırıp kesintisiz bir sürekliliği gerçekleştirmek için önce dışsal var oluşumuzu kesintiye uğratmamız gerekiyor. Varlığımızın, mevcudiyetimizin dış dünya ile olan ilişkisi ki buna alıp verdiğimiz nefes, dokunduğumuz hava, bedenimizin halleri, insanlarla ilişkilerimiz, rutinlerimiz, değer yargılarımız yani dışarıya dönük her şey dahildir, işte bu ilişkiler bütününe, bu akışa iradeli bir şekilde dur demek, bunu kesintiye uğratmak… Kesintisiz iç dünya için irademizle dışarıya dönük varlığımızı kesintiye uğratmak…
- Günlük hayatta yapmadığımız duruşları yaparak (asanalar) bedenin var oluş hallerini kesintiye uğratmak. Günün akışı içinde matın üzerinde zaman geçirerek rutini kesintiye uğratmak.
- Otomatik edimimiz, nefes alıp vermeyi fark edip kontrollü alış verişlerin ötesinde kumbhaka (nefes tutma) ile yaşamsal bir faaliyeti kesintiye uğratıp zihni bir silkelemek, tozunu almak.
- Akıp duran düşünceleri hızla, iradeyle küt diye kesip tek bir noktaya (ekagrata) odaklanarak zihnin faaliyetini kesintiye uğratmak.
- Yerleşik ve sakıncalı olan tutum ve davranışlarımızı yama ve niyamalar ışığında fark edip kesintiye uğratmak…
- Hiçbir şey beklemeden eylemlerimizi düzenlemek… Beklentiyi kesintiye uğratmak.
Yineleme zorlantısı içinde olduğumuz alışkanlıkları, bunların “durmadan yeniden oluşu”nu kesintiye uğratabilmek için bizi çabasızlığa ulaştıran yine çabadır. Yinelemelerin kaynağını bulmamız belki bir psikanaliz seansına kısmet olur ama onu bulduktan sonra onla ne yapacağımız, işte o bizim kendi üzerimizde uygulayacağımız çalışmalardır. Karma’yı iyi anlamak, özümsemek ve özenle yoga çalışmak. Ama şunu da eklemeliyim ki analizde bulunan bir sebep üzerine analizde uzun süre çalışmak gerek. Bu da bize ancak deneyimle anlaşılabilecek bambaşka yollar ve açılımlar sağlar ve bunun da ötesinde kalıcı ve sağlıklı çözümler geliştirmemizi destekler.
Günlük hayat akışında analize gitmek de çok ama çok sağlam bir kesintiye uğratma çalışmasıdır. Deneyimle sabittir.